Fetih masalları ve gerçekler-17
Ertelenen intikam ve Çandarlı'nın düşüşü
Sultan Mehmet sabah
saatleri boyunca surların dışındaki otağında kaldı ve kentten gelen haberleri
bekledi. Önce Orhan’ın kesik başı getirildi kendisine. Mehmet özellikle
imparatorun bulunmasını istiyordu. Günün ilerleyen saatlerinde artık ortalığın
biraz yatıştığı bilgisi geldikten sonra şehre zafer girişini yapmaya karar
verdi. Atına bindi ve maiyetiyle birlikte Harissos kapısından geçerek kente
girdi.
Yol boyunca yanından
geçtiği binaları şaşkınlık ve hayranlıkla seyre koyuldu. Valens su kemerini
geçti. Şaşkınlığı ve hayranlığı , giderek üzüntüye, üzüntüsü de giderek
kızgınlığa dönüştü. Fethettiği şehir “altın bir kent”ten çok Pompei’yi
andırıyordu. Kontrol dışına çıkan ordu, şehrin kumaşını oluşturan yapıların
dokunulmadan kendisine bırakılması şeklindeki fermanını unutmuş, şehir bir gün
içinde tarumar edilmişti. Bunun üzerine Fatih 3 gün yağma sözü vermiş olmasına
rağmen bu sözünü geri aldı ve birinci gün gece yarısı yağmanın bitirilmesi
emrini verdi.
Hipodromu ve
Justinian heykelini geçti. Ayasofyanın ön kapısında atından indi, secdeye
kapandı, yerden bir avuç toprak alarak türbanına sürdü. Ön kapıdan içeri
girerken iç narteksin üzerindeki muhteşem mozaikten kendisine bakan İsa Mesih’e
baktı. Efsane yapının içine girdi ve mihraba doğru ilerledi. Bu sırada
Ayasofya’nın gizli girintilerinde gizlenerek yeniçeriler tarafından yakalanıp
esir edilmekten kurtulmayı başaran birkaç Grek’in korku içinde bir köşeye
sinmiş bekleştiklerini gördü. Fatih bunların güvenlik içinde evlerine
götürülmeleri için yeniçeri çavuşlarına emir verdi.
Namazını kıldıktan
sonra kilisenin kubbesine çıkıp bir süre harabeye dönmüş şehri seyre koyuldu.
Kiliseyi çevreleyen binaların da çoğu yıkılmıştı. 7. Yüzyılda Pers
İmparatorluğunun Arap’lar tarafından yerle bir edilişini anlatan, ezberlediği
bir şiirden bir dizeyi hıçkırarak tekrar etti.
“Baykuş Efrasiyabın
kubbesinde öterken Kayserin kasrında örümcek ağını örüyor”
Karargaha dönmek
için atına atladı ve ana caddelerden ve pencereleri, duvarları kırılmış,
kapıları sökülmüş, çatıları göçertilmiş evlerin arasından geçerek düşünceli bir
şekilde yürümeye başladı. Teslim olmayan ve bu nedenle zorla ele geçirilen
şehirlerdeki halklara uygulanan İslam şeriat hukuku kılıçtan geçirme,
köleleştirme ve talandı. Ancak gayrimüslimler savaşmayıp boyun eğerler ve cizye
yani kelle vergisi verirlerse hayatta kalma hakkına sahip olabilirlerdi(Tevbe
suresi 29. Ayet) Kuşatmayı başlatmadan önce Konstantin’e gönderdiği elçilerle
islamın bu kuralını hatırlatmış ve şehrin teslim edilmesini istemişti. Ancak
Bizanslılar alçalmayı reddedip “onurlu birer insan gibi direnme ve yurtlarını
savunma suçunu” işlediklerinden kılıçtan geçirilmeleri, köleleştirilmeleri ve
şehirlerinin talan edilmesi gerekiyordu. O da askerlerini savaştırabilmek için
3 gün yağma sözünü vermişti zaten. Ancak 1 günlük yağma sonrasında bile şehrin
aldığı hal insanı dehşet içinde bırakacak kadar korkunçtu. Öfke ve üzüntü
birbirine karıştı. Sonunda gözlerinden yaşlar boşandı ve “böylesine güzel bir
şehri ne hale çevirdik” diye hıçkırdı.
Tahminimce o dökülen
gözyaşları güzelliğe, estetiğe, mimariye, medeniyete odaklanmayı tercih edenle,
bütün tarihi boyuca talana, haraca, kelle kesmeye ve ganimet toplamaya
odaklanan arasındaki uçurumu görmenin yarattığı dehşetli eziklikten
kaynaklanıyordu. İstanbul Fatih’in yüzüne ayna tutmuştu. Bir insanın
gelebileceği en üst noktaya gelmişti Fatih. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu
şeyi gerçekleştirmiş, en çok istediği şeyi elde etmişti. Ancak bu yükselişin bu
kadar acı vereceğini hiç düşünmemişti. 21 Haziranda Edirne’ye dönerken ardında
insandan arındırılmış, yıkılmış, tarumar deilmiş bir şehir bırakacaktı.
Fatih Ayasofya’dan
sonra Konstantin’in sarayına gitti ve şehrin düşmesinden sonra evine giderek
olacakları bekleyen ve burada yakalanan, Bizans’ın en önemli 2. Adamı Lukas Notaras’ın
huzuruna getirilmesini istedi. Şehrin yarım gün gibi bir sürede bile yağma ve
talan nedeniyle müthiş bir yıkıma uğramasından ötürü çok üzgün ve öfkeli olduğu
gözlenen Mehmet Notaras’a “Niye boş yere bu kadar direndiniz de şehrin
mahvolmasına sebep oldunuz?” diye sordu. Notaras “Efendim şehri size teslim
etmek bizim elimizde değildi. Ayrıca sizin adamlarınızdan bazıları sözle ve
mektupla imparatora haber göndererek bizi direnmeye teşvik ediyor ve “korkma
padişah size tahakküm edemeyecektir” diyorlardı” şeklinde cevap verdi. Notaras
bu sözlerini orada bulunan Çandarlı Halil Paşa’ya bakarak söyledi.
Bunun üzerine
Çandarlı Notaras’a büyük tepki gösterdi. Ancak Notaras’ın bu sözleri Mehmet’e
uzun süredir beklediği kozu fazlasıyla vermişti. Mehmet, Zaganos ve diğerleri
öfke dolu gözlerle Çandarlı’ya baktılar. Mehmet Çandarlı’ya doğru bir hamle
yaptı. Sakalından çekti ve “Seni Rum dostu, hain” diye söylendi.
İntikam saati
gelmişti. Fatih hemen oradakilere Çandarlı’nın üzerindeki Vezir-i Azam”
kaftanının çıkarılmasını ve tutuklanmasını emretti. Bu konuşmanın bir mizansen
mi, yoksa gerçek bir konuşma mı olduğunu bilmiyoruz. Ancak bu konuşmanın
Mehmet’e, uzun süredir yapmayı istediği, ancak Çandarlı’nın nüfuzundan korktuğu
için sürekli ertelediği şeyi yapması için gerekli altyapıyı sunduğunu
anlıyoruz. Mehmet şehri almıştı ve artık güçlü bir padişahtı. Çandarlı’nınsa
bütün tezleri çökmüştü. Artık Çandarlı’yı tasfiye etmesinin önünde herhangi bir
engel kalmamıştı.
Mehmet önce
Çandarlı’nın el ve ayaklarını bağlatarak Edirne’ye yollattı. Hemen öldürme
yoluna gitmedi. Onun yerine Zaganos Paşa aracılığıyla önce onun itibarını
sarsacak söylentinin, yani Bizans işbirlikçisi, hain ve ajan olduğu
söylentisinin yayılmasını sağladı. Bir süre sonra da bazı eski tarihçilerin
deyimiyle “envai çeşit işkence ve azap ile” öldürttü. Çok zengin bir insan olan
Çandarlı Halil Paşa’nın 120 bin dükalık hazinesi, mal, mülk ne varsa hepsine el
konuldu. Mehmet ayrıca Çandarlı’nın ailesinin yas tutmasını da engelledi.
Çandarlı’nın öldürülmesinden
sonra beklendiği gibi vezir-i azamlığa Zaganos getirildi. Ancak vezir-i azamlık
makamı Zaganos’a da yar olmadı. Çocukluğundan beri birlikte olduğu, birlikte
büyüdüğü ve kendisiyle kader ortağı olan insanlarla bile herhangi duygudaşlığı
olmadığı anlaşılan Mehmet, tahta 2. Kez oturduğunda beşikteki kardeşi Ahmet’i
boğarak öldürmesi için görevlendirdiği Evrenoszade Ali Bey’i, kundaktaki
bebeğin öldürülmesine halkın büyük tepki göstermesi üzerine, tepkileri
yatıştırmak için nasıl idam ettirerek harcadıysa, Çandarlı’nın öldürülmesinin
ulema, devlet erkanı ve yeniçeriler arasında büyük bir hoşnutsuzluk ve üzüntüye
sebep olması nedeniyle, yine tepkileri yatıştırmak ve kendini kurtarmak için,
Çandarlı’nın katlinden sorumlu tuttuğu Zaganos’u ve yine yıllardır birlikte
hareket ettiği Hadım Şahabettin Paşa’yı görevinden aldı. Bununla da yetinmedi.
Zaganos’un kızı olan kendi karısını da boşadı.(Fatih aynı zamanda Zaganos’un
damadıydı) “Cihan imparatoru büyük Fatih” görevden aldığı ve siyasi hayatını
bitirdiği Zaganos’un yerine vezir-i azamlığa, öldürtmek için uzun bir süre
acele etmeyeceği Mahmut Paşa'yı getirdi.
Gerek Osmanlı
dönemindeki, gerekse Cumhuriyet dönemindeki “tarihçiler”, padişahların işlediği
bu tür cinayetleri aklama konusunda o kadar ileri gittiler ki bunlardan bir
tanesi gerçekten dudak uçuklatıcı:
“İstanbul’un
fetholunduğunu müjdelemek için her memlekete birer elçi gönderiliyordu. Bu
arada öbür dünyaya, peygamberimize ve sahabelere de elçi göndermek lazım geldi.
Bu vazife de Halil Paşa’ya düştü” Bu satırları yazan İbn-i Kemal. İbn-i Kemal
Kanuni’nin şeyhülislam’ı ve resmi tarihçisi. Ancak saçmalık burada bitmiyor.
Profesör Mükrimin Halil Yinanç adında bir akıl fikir yoksunu, Kanuni’nin
şeyhülislamının yukarıda yazdığım zırvasını ciddi ciddi alıntılayarak aktarıyor
ve Çandarlı’nın öldürülme nedeninin öbür dünyaya elçi gönderme ihtiyacından
kaynaklandığını söylüyor.(Sanırım Zaytung gazetesi o dönemlerde yayınlanıyor
olsaydı bundan daha iyisini yazamazdı)
Daha sonra,
padişahın övgüsüne ve belki de vereceği ödüle mazhar olacağı umuduyla, onu asıl
öldürenin kendisi olduğunu iddia eden iki yeniçeri, imparator Konstantin’in
başsız cesedini getirdiler Sultan’ın önüne. Mehmet Notaras’a cesedin imparatora
ait olup olmadığını sordu. Notaras, giysilerinden, vücudundan ve çift başlı
kartal simgesi bulunan çizmelerinden imparatoru tanıdı ve cesedin efendisine
ait olduğunu doğruladı. Daha sonra imparatorun başı da bulunup getirildi.
Mehmet başı eline aldı ve “Tanrı seni en yüce yerlere gelesin diye yarattı. Ne
diye kendini boş yere mahvettin” diye söylendi.(İmparatorun başı daha sonra içi
boşaltılarak samanla doldurulup Ayasofya’nın önünde halka sergilenerek
imparatorlarının öldüğü bütün Greklere duyurulacak ve Fatih daha sonra
İmparatorun cesedinin kendi inançları doğrultusunda ve bilinmeyen bir yere
gömülmesi için Grek halkın önde gelenlerine verecektir. Bugün İstanbul’un Vefa semtinde İmparator Konstantin’e ait olduğu söylenen bir mezar da vardır. Ancak
bu mezarın imparator Konstantin’in mezarı olduğu kesinlik kazanmış değildir.)
Mehmet Konstantin’in
sarayından sonra karargaha geldi. Uzun tutsak sıralarını gördü. Onbinlerce kişi
hendeğin dışında kurulmuş tentelerin altında koyunlar gibi güdülüyordu.
50.000’e yakın insan esir alınmıştı. Çocuklar koparıldıkları annelerine,
adamlar karılarına seslenerek boşuna bir cevap bekliyorlardı. Osmanlı kampında
ateşler yakılmış, davullu, zurnalı kutlamalar başlamıştı. Ganimetler el
değiştiriyor, değerli taşlar alınıp satılıyordu.
Geleneğe göre Fatih,
kumandan sıfatıyla ele geçirilen her şeyin beşte birine hak kazanıyordu. Fatih
köleleştirilen Greklerden kendi payına düşenleri Haliç kıyısındaki
Phanar(Fener) bölgesine yerleştirdi.(Bu semtin Haliç’e açılan kapısının adı
Phanarion’du ve Bizans halkı bunu Fenari diye söylerdi.)
Esir alınan 30.000
kadar Bizans’lı Edirne, Bursa ve Ankara’daki köle pazarlarına götürüldü ve
satıldı. Bunların arasında babası ve kardeşi öldürülen, ailesi dağılan,
Bizanslı soylulardan Matteus Camariotes’de vardı. Bütün bu kıyametin,
kargaşanın ortasında tehlikeli ve olağanüstü bir çabaya soyunarak, ailenin bazı
üyelerini bulmayı başaran Camariotes anılarında şunları yazar:
“Kızkardeşimi fidye
ödeyerek bir yerden aldım. Annemi başka bir yerden. Sonra da kardeşimin oğlunu
buldum. Tanrı’ya şükürler olsun ki serbest kalmalarını sağladım. Dört erkek
yeğenimden üçü ise gençliğin verdiği kırılganlıkla Hıristiyan imanından
döndüler ve ben öylesi bir acı ve keder içinde sürdürülen hayatı, adına hayat
denirse, yaşadım”
Şehirde
yaşayan ve kentin savunmasında canlı bir rol üstlenen Venedik kolonisinin başı
Minotto, oğlu ve diğer Venedikli ileri gelenleri idam edildi. Otuz diğer
Venedik’li fidye karşılığında İtalya’ya verildi. Kardinal İsidor giysi
değiştirerek kaçmayı başardı. Bocchiardi kardeşler Galata dahil her yerde
arandı ama bulunamadı. Onlar da hayata kalmayı başarmışlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder