26 Ocak 2015 Pazartesi

Fetih masalları ve gerçekler-17
Ertelenen intikam ve Çandarlı'nın düşüşü
Sultan Mehmet sabah saatleri boyunca surların dışındaki otağında kaldı ve kentten gelen haberleri bekledi. Önce Orhan’ın kesik başı getirildi kendisine. Mehmet özellikle imparatorun bulunmasını istiyordu. Günün ilerleyen saatlerinde artık ortalığın biraz yatıştığı bilgisi geldikten sonra şehre zafer girişini yapmaya karar verdi. Atına bindi ve maiyetiyle birlikte Harissos kapısından geçerek kente girdi.
Yol boyunca yanından geçtiği binaları şaşkınlık ve hayranlıkla seyre koyuldu. Valens su kemerini geçti. Şaşkınlığı ve hayranlığı , giderek üzüntüye, üzüntüsü de giderek kızgınlığa dönüştü. Fethettiği şehir “altın bir kent”ten çok Pompei’yi andırıyordu. Kontrol dışına çıkan ordu, şehrin kumaşını oluşturan yapıların dokunulmadan kendisine bırakılması şeklindeki fermanını unutmuş, şehir bir gün içinde tarumar edilmişti. Bunun üzerine Fatih 3 gün yağma sözü vermiş olmasına rağmen bu sözünü geri aldı ve birinci gün gece yarısı yağmanın bitirilmesi emrini verdi.
Hipodromu ve Justinian heykelini geçti. Ayasofyanın ön kapısında atından indi, secdeye kapandı, yerden bir avuç toprak alarak türbanına sürdü. Ön kapıdan içeri girerken iç narteksin üzerindeki muhteşem mozaikten kendisine bakan İsa Mesih’e baktı. Efsane yapının içine girdi ve mihraba doğru ilerledi. Bu sırada Ayasofya’nın gizli girintilerinde gizlenerek yeniçeriler tarafından yakalanıp esir edilmekten kurtulmayı başaran birkaç Grek’in korku içinde bir köşeye sinmiş bekleştiklerini gördü. Fatih bunların güvenlik içinde evlerine götürülmeleri için yeniçeri çavuşlarına emir verdi.
Namazını kıldıktan sonra kilisenin kubbesine çıkıp bir süre harabeye dönmüş şehri seyre koyuldu. Kiliseyi çevreleyen binaların da çoğu yıkılmıştı. 7. Yüzyılda Pers İmparatorluğunun Arap’lar tarafından yerle bir edilişini anlatan, ezberlediği bir şiirden bir dizeyi hıçkırarak tekrar etti.
“Baykuş Efrasiyabın kubbesinde öterken Kayserin kasrında örümcek ağını örüyor”
Karargaha dönmek için atına atladı ve ana caddelerden ve pencereleri, duvarları kırılmış, kapıları sökülmüş, çatıları göçertilmiş evlerin arasından geçerek düşünceli bir şekilde yürümeye başladı. Teslim olmayan ve bu nedenle zorla ele geçirilen şehirlerdeki halklara uygulanan İslam şeriat hukuku kılıçtan geçirme, köleleştirme ve talandı. Ancak gayrimüslimler savaşmayıp boyun eğerler ve cizye yani kelle vergisi verirlerse hayatta kalma hakkına sahip olabilirlerdi(Tevbe suresi 29. Ayet) Kuşatmayı başlatmadan önce Konstantin’e gönderdiği elçilerle islamın bu kuralını hatırlatmış ve şehrin teslim edilmesini istemişti. Ancak Bizanslılar alçalmayı reddedip “onurlu birer insan gibi direnme ve yurtlarını savunma suçunu” işlediklerinden kılıçtan geçirilmeleri, köleleştirilmeleri ve şehirlerinin talan edilmesi gerekiyordu. O da askerlerini savaştırabilmek için 3 gün yağma sözünü vermişti zaten. Ancak 1 günlük yağma sonrasında bile şehrin aldığı hal insanı dehşet içinde bırakacak kadar korkunçtu. Öfke ve üzüntü birbirine karıştı. Sonunda gözlerinden yaşlar boşandı ve “böylesine güzel bir şehri ne hale çevirdik” diye hıçkırdı.
Tahminimce o dökülen gözyaşları güzelliğe, estetiğe, mimariye, medeniyete odaklanmayı tercih edenle, bütün tarihi boyuca talana, haraca, kelle kesmeye ve ganimet toplamaya odaklanan arasındaki uçurumu görmenin yarattığı dehşetli eziklikten kaynaklanıyordu. İstanbul Fatih’in yüzüne ayna tutmuştu. Bir insanın gelebileceği en üst noktaya gelmişti Fatih. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu şeyi gerçekleştirmiş, en çok istediği şeyi elde etmişti. Ancak bu yükselişin bu kadar acı vereceğini hiç düşünmemişti. 21 Haziranda Edirne’ye dönerken ardında insandan arındırılmış, yıkılmış, tarumar deilmiş bir şehir bırakacaktı.
Fatih Ayasofya’dan sonra Konstantin’in sarayına gitti ve şehrin düşmesinden sonra evine giderek olacakları bekleyen ve burada yakalanan, Bizans’ın en önemli 2. Adamı Lukas Notaras’ın huzuruna getirilmesini istedi. Şehrin yarım gün gibi bir sürede bile yağma ve talan nedeniyle müthiş bir yıkıma uğramasından ötürü çok üzgün ve öfkeli olduğu gözlenen Mehmet Notaras’a “Niye boş yere bu kadar direndiniz de şehrin mahvolmasına sebep oldunuz?” diye sordu. Notaras “Efendim şehri size teslim etmek bizim elimizde değildi. Ayrıca sizin adamlarınızdan bazıları sözle ve mektupla imparatora haber göndererek bizi direnmeye teşvik ediyor ve “korkma padişah size tahakküm edemeyecektir” diyorlardı” şeklinde cevap verdi. Notaras bu sözlerini orada bulunan Çandarlı Halil Paşa’ya bakarak söyledi.
Bunun üzerine Çandarlı Notaras’a büyük tepki gösterdi. Ancak Notaras’ın bu sözleri Mehmet’e uzun süredir beklediği kozu fazlasıyla vermişti. Mehmet, Zaganos ve diğerleri öfke dolu gözlerle Çandarlı’ya baktılar. Mehmet Çandarlı’ya doğru bir hamle yaptı. Sakalından çekti ve “Seni Rum dostu, hain” diye söylendi.
İntikam saati gelmişti. Fatih hemen oradakilere Çandarlı’nın üzerindeki Vezir-i Azam” kaftanının çıkarılmasını ve tutuklanmasını emretti. Bu konuşmanın bir mizansen mi, yoksa gerçek bir konuşma mı olduğunu bilmiyoruz. Ancak bu konuşmanın Mehmet’e, uzun süredir yapmayı istediği, ancak Çandarlı’nın nüfuzundan korktuğu için sürekli ertelediği şeyi yapması için gerekli altyapıyı sunduğunu anlıyoruz. Mehmet şehri almıştı ve artık güçlü bir padişahtı. Çandarlı’nınsa bütün tezleri çökmüştü. Artık Çandarlı’yı tasfiye etmesinin önünde herhangi bir engel kalmamıştı.
Mehmet önce Çandarlı’nın el ve ayaklarını bağlatarak Edirne’ye yollattı. Hemen öldürme yoluna gitmedi. Onun yerine Zaganos Paşa aracılığıyla önce onun itibarını sarsacak söylentinin, yani Bizans işbirlikçisi, hain ve ajan olduğu söylentisinin yayılmasını sağladı. Bir süre sonra da bazı eski tarihçilerin deyimiyle “envai çeşit işkence ve azap ile” öldürttü. Çok zengin bir insan olan Çandarlı Halil Paşa’nın 120 bin dükalık hazinesi, mal, mülk ne varsa hepsine el konuldu. Mehmet ayrıca Çandarlı’nın ailesinin yas tutmasını da engelledi.
Çandarlı’nın öldürülmesinden sonra beklendiği gibi vezir-i azamlığa Zaganos getirildi. Ancak vezir-i azamlık makamı Zaganos’a da yar olmadı. Çocukluğundan beri birlikte olduğu, birlikte büyüdüğü ve kendisiyle kader ortağı olan insanlarla bile herhangi duygudaşlığı olmadığı anlaşılan Mehmet, tahta 2. Kez oturduğunda beşikteki kardeşi Ahmet’i boğarak öldürmesi için görevlendirdiği Evrenoszade Ali Bey’i, kundaktaki bebeğin öldürülmesine halkın büyük tepki göstermesi üzerine, tepkileri yatıştırmak için nasıl idam ettirerek harcadıysa, Çandarlı’nın öldürülmesinin ulema, devlet erkanı ve yeniçeriler arasında büyük bir hoşnutsuzluk ve üzüntüye sebep olması nedeniyle, yine tepkileri yatıştırmak ve kendini kurtarmak için, Çandarlı’nın katlinden sorumlu tuttuğu Zaganos’u ve yine yıllardır birlikte hareket ettiği Hadım Şahabettin Paşa’yı görevinden aldı. Bununla da yetinmedi. Zaganos’un kızı olan kendi karısını da boşadı.(Fatih aynı zamanda Zaganos’un damadıydı) “Cihan imparatoru büyük Fatih” görevden aldığı ve siyasi hayatını bitirdiği Zaganos’un yerine vezir-i azamlığa, öldürtmek için uzun bir süre acele etmeyeceği Mahmut Paşa'yı getirdi.
Gerek Osmanlı dönemindeki, gerekse Cumhuriyet dönemindeki “tarihçiler”, padişahların işlediği bu tür cinayetleri aklama konusunda o kadar ileri gittiler ki bunlardan bir tanesi gerçekten dudak uçuklatıcı:
“İstanbul’un fetholunduğunu müjdelemek için her memlekete birer elçi gönderiliyordu. Bu arada öbür dünyaya, peygamberimize ve sahabelere de elçi göndermek lazım geldi. Bu vazife de Halil Paşa’ya düştü” Bu satırları yazan İbn-i Kemal. İbn-i Kemal Kanuni’nin şeyhülislam’ı ve resmi tarihçisi. Ancak saçmalık burada bitmiyor. Profesör Mükrimin Halil Yinanç adında bir akıl fikir yoksunu, Kanuni’nin şeyhülislamının yukarıda yazdığım zırvasını ciddi ciddi alıntılayarak aktarıyor ve Çandarlı’nın öldürülme nedeninin öbür dünyaya elçi gönderme ihtiyacından kaynaklandığını söylüyor.(Sanırım Zaytung gazetesi o dönemlerde yayınlanıyor olsaydı bundan daha iyisini yazamazdı)
Daha sonra, padişahın övgüsüne ve belki de vereceği ödüle mazhar olacağı umuduyla, onu asıl öldürenin kendisi olduğunu iddia eden iki yeniçeri, imparator Konstantin’in başsız cesedini getirdiler Sultan’ın önüne. Mehmet Notaras’a cesedin imparatora ait olup olmadığını sordu. Notaras, giysilerinden, vücudundan ve çift başlı kartal simgesi bulunan çizmelerinden imparatoru tanıdı ve cesedin efendisine ait olduğunu doğruladı. Daha sonra imparatorun başı da bulunup getirildi. Mehmet başı eline aldı ve “Tanrı seni en yüce yerlere gelesin diye yarattı. Ne diye kendini boş yere mahvettin” diye söylendi.(İmparatorun başı daha sonra içi boşaltılarak samanla doldurulup Ayasofya’nın önünde halka sergilenerek imparatorlarının öldüğü bütün Greklere duyurulacak ve Fatih daha sonra İmparatorun cesedinin kendi inançları doğrultusunda ve bilinmeyen bir yere gömülmesi için Grek halkın önde gelenlerine verecektir. Bugün İstanbul’un Vefa semtinde İmparator Konstantin’e ait olduğu söylenen bir mezar da vardır. Ancak bu mezarın imparator Konstantin’in mezarı olduğu kesinlik kazanmış değildir.)
Mehmet Konstantin’in sarayından sonra karargaha geldi. Uzun tutsak sıralarını gördü. Onbinlerce kişi hendeğin dışında kurulmuş tentelerin altında koyunlar gibi güdülüyordu. 50.000’e yakın insan esir alınmıştı. Çocuklar koparıldıkları annelerine, adamlar karılarına seslenerek boşuna bir cevap bekliyorlardı. Osmanlı kampında ateşler yakılmış, davullu, zurnalı kutlamalar başlamıştı. Ganimetler el değiştiriyor, değerli taşlar alınıp satılıyordu.
Geleneğe göre Fatih, kumandan sıfatıyla ele geçirilen her şeyin beşte birine hak kazanıyordu. Fatih köleleştirilen Greklerden kendi payına düşenleri Haliç kıyısındaki Phanar(Fener) bölgesine yerleştirdi.(Bu semtin Haliç’e açılan kapısının adı Phanarion’du ve Bizans halkı bunu Fenari diye söylerdi.)
Esir alınan 30.000 kadar Bizans’lı Edirne, Bursa ve Ankara’daki köle pazarlarına götürüldü ve satıldı. Bunların arasında babası ve kardeşi öldürülen, ailesi dağılan, Bizanslı soylulardan Matteus Camariotes’de vardı. Bütün bu kıyametin, kargaşanın ortasında tehlikeli ve olağanüstü bir çabaya soyunarak, ailenin bazı üyelerini bulmayı başaran Camariotes anılarında şunları yazar:
“Kızkardeşimi fidye ödeyerek bir yerden aldım. Annemi başka bir yerden. Sonra da kardeşimin oğlunu buldum. Tanrı’ya şükürler olsun ki serbest kalmalarını sağladım. Dört erkek yeğenimden üçü ise gençliğin verdiği kırılganlıkla Hıristiyan imanından döndüler ve ben öylesi bir acı ve keder içinde sürdürülen hayatı, adına hayat denirse, yaşadım”
Şehirde yaşayan ve kentin savunmasında canlı bir rol üstlenen Venedik kolonisinin başı Minotto, oğlu ve diğer Venedikli ileri gelenleri idam edildi. Otuz diğer Venedik’li fidye karşılığında İtalya’ya verildi. Kardinal İsidor giysi değiştirerek kaçmayı başardı. Bocchiardi kardeşler Galata dahil her yerde arandı ama bulunamadı. Onlar da hayata kalmayı başarmışlardı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder