26 Ocak 2015 Pazartesi

Fetih masalları ve gerçekler-5

Osmanlı’cı tarih yazıcıları durumu ne kadar çarpıtmaya ve Fatih’in, gizlemekte pek güçlük çektikleri kimliğine Müslüman-Türk bir kılıf uydurmaya çalışırlarsa çalışsınlar, II. Mehmet'in, yani Fatih Sultan Mehmet’in Sırp kralı George Brankoviç’in kızı Mara Despina’dan doğma olduğu kesinleşmiş bir bilgidir. Sırp kralı Brankoviç, kızı Despina’yı Fatih’in Babası II.Murat’a hediye olarak vermiştir. Mara Despina hiç bir zaman Müslüman olmamış ve hayatının sonuna kadar Hıristiyan kalmıştır. Aslına bakarsanız o dönemde yaşayan Osmanlı dönemi tarih yazıcıları, bizim cumhuriyet döneminde ortaya çıkan ve halen varlığını sürdüren Türk-İslam sentezcisi milliyetçilerin, Fatih’in annesinin yabancı ve Hıristiyan olduğu gerçeğinden utanacaklarını bilmedikleri için, o zaman bu gerçeği hiç gizlemeye çalışmadan yazıp çizmişlerdi. Bugün milliyetçi-mukaddesatçıların Fatih’in gerçek annesi olduğunu ısrarla iddia ettikleri Alime Hatun(Hüma Hatun) Fatih’in babası II. Murat’ın resmi karısıdır. Fatih’in gerçek annesi değil üvey annesidir. Zaten Fatih’in tahta geçer geçmez beşikteki kardeşi Ahmet’i banyoda boğdurtmasının muhtemel nedeni de kendisi bir cariyeden doğmuşken(Mara Despina), beşikteki Ahmet’in resmi bir anneden doğmuş olması ve ileride taht için hak iddia etmesi olasılığıydı.

Mara Despina’nın Fatih’in gerçek annesi olduğunun en kesin kanıtı bugün Topkapı sarayı arşivlerinde bulunan Fatih fermanında Mara Despina’dan “Bu devrin Hıristiyan kadınlarının en yücelerinden olan anam Despina Hatun” diye söz etmesi ve kendisine Selanik’te ölünceye kadar kullanabileceği, içinde bir manastırın da yer aldığı geniş bir arazi bağışlamasıdır.

Mehmet’in tarihe, özellikle askeri tarihe karşı müthiş bir ilgisi vardı. Eğitimi sırasında Arapça, Farsça, Latince ve Yunanca’yı bildiği pek çok tarihçi tarafından yazılmıştır.Ancak Latince ve Yunancayı, hem de İlyada’yı okuyacak derecede bildiği konusundaki savların abartılı olduğu kanısındayım.

Mehmet bütün hayatı boyunca Konstantinopol’ün fethi hayaliyle yaşadı dersek fazla abartmış olmayız. Aslında farklı konularda yaptığım tarih okumaları sırasında edindiğim kesin bir izlenim var. O da şu: İstanbul bütün bir tarih boyunca, neredeyse milattan önceki zamanlardan beri, özellikle Avrupa’lıların, Akdeniz dünyasındaki ülkelerle Arap Ülkelerindeki insanların gözünde adeta bir masal kent olagelmiş. Konstantinopol’ün güzelliği, zenginliği, ihtişamı, biraz da yılın 6 ayı ortalıkta görünmeyip sonra ana yurduna dönen denizcilerin arkadaşlarına hava atmak amacıyla abartarak anlattığı bir masallar diyarı.

Şurasını çok iyi anlamak zorundayız. Osmanlı Devleti, talan, haraç ve vergi üzerinden kendisini var eden ve varlığını sürdürebilen bir devlettir. Yani bu devlet yağma ve talansız, ele geçirilen diyarları haraca ve vergiye bağlamadan yapamayan, varlığını sürdüremeyen bir devlettir. Bu da ancak sürekli gaza ile, sefere çıkmakla, savaşmakla olabilecek bir şeydir. İşte bu devletin hakim güçleri olan ve merkezin yerel üzerindeki hakimiyetini savunan “devletlu” devşirmelerle, yani Hıristiyan kökenli yabancı yöneticilerle, başını Çandarlı Halil Paşa’nın çektiği, merkezin çok güçlenmesinden rahatsız olan ve artık barış yapılmasını, zırt pırt sefere gidilmemesini, daha çok yerli üretimin canlandırılmasını ve böylece sahip oldukları geniş topraklar üzerinden sağladıkları gelirleri artırmayı isteyen Türk kökenli aristokrasi arasındaki “yaman çelişki” budur. Bu çelişki, yani bu iki sınıf arasındaki mücadele 29 Mayıs 1453 Salı sabahına kadar sürecek ve 1 haziran 1453’te Çandarlı’nın işkence edilerek öldürülmesiyle Fatih tarafından kesin bir şekilde çözülecektir.

II.Mehmet’in şahsında iktidara gelen fetih’çi fraksiyonun İstanbul’u almak istemesinin kolay anlaşılabilir birkaç nedeni var. Her şeyden önce, iktidara gelmeyi başaran bu sınıf, doğası gereği sürekli ileri atılmadan yapamayan, durursa gerileyecek ve iktidardan düşecek olan bir sınıftır. Bu nedenle Konstantinopol’ün alınması, yeni devletlü sınıfın emperyal kurumlaşmasını sağlayacak en büyük atılım olacaktır. 2. si İstanbul, daha doğrusu Bizans, iki kıtaya yayılmış güçlü bir devletin ortasında kalmış küçük bir yarımada devletçiğidir ve ayak altında dolaşmaktadır. 3. sü başkent Edirne sınıra çok yakındır ve başkent olmak için risk taşımaktadır.

Ancak her ne kadar devşirmeler sınıfı Mehmet’i iktidara getirmeyi başarmışsa da Çandarlı hizbinin, Mehmet iktidara gelir gelmez devletteki gücünü yitirdiğini düşünmek yanlış olur. Mehmet padişah olmasına rağmen Çandarlı’nın yeniçeriler üzerindeki hakimiyeti Mehmet’ten çok daha fazladır. Ayrıca bir tür o zamanki bakanlar kurulu diyebileceğimiz Divan’da Çandarlı Partisinin içinde yer alan yerel Bey’ler ve paşalardan da önemli miktarda vardır. Mehmet’in tahta oturmasına rağmen, kendisini bir zamanlar bir saray darbesiyle tahttan indirip Zaganos’la birlikte Manisa’ya postalayan, nefret ettiği Çandarlı’yı başvezir yapmasının nedeni de saray içi dengeleri gözetmesi gerektiğinin farkında olması, Çandarlı’ya bir şey yapacak olursa, o sıralarda kendisini pek sevmeyen, Çandarlı’ya bağlı yeniçerilerin ayaklanacağını biliyor olmasıdır.

İki gurup arasında yıllardır devam eden mücadelede yeni bir perde açılmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder