28 Ocak 2015 Çarşamba

Kimin ölüsü daha yakışıklı?

Tarih  yaprakları 19 Ocak’ı gösterince memleketteki solcuların önemli bir bölümü, ama özellikle Kemalist cumhuriyetten pek hazzetmeyen solcular, sol liberaller ve hatta eğer hala varsa solsuz liberaller Hrant Dink’i anmaya giderler. Her bir sol gurup, cinayeti, kendilerinin eskiden beri savunageldiği görüşlerin doğruluğunun “teyidi” gibi algılar,  pankartını açar ve “katil devlet”, “soykırım devam ediyor” vs. gibi sloganlarla ilerler. Yapılan konuşmalarda ve atılan sloganlarda özel olarak kimin-kimlerin suçlandığı belli değildir. Yapılan konuşmalara ve atılan sloganlara küskünlük, duygusallık, bir tür ağıt yakma havası  damgasını vurur.

Kendilerini Kemalist olarak adlandıranlarsa cinayetten üzüntü duysalar da,  sezgileriyle bu cenazenin “diğer tarafın” cenazesi olduğunu hissettiklerinden, biraz da istenmeyen adam durumuna düşmemek için, Hrant’ı anma törenlerinden biraz uzak dururlar.

Aradan 5 gün geçer. Tarih yaprakları 24 Ocak’ı gösterir.  Bu kez anma töreni yapma sırası memleketin Kemalistleri ve Kemalist olmasalar da Cumhuriyeti ve Kemalist devrimleri önemseyen solcularına gelir.  Uğur Mumcu’nun katledildiği yere gidilir.  Karanfiller, güller atılır ve yüzde doksanını, bir sonraki seçimde, Uğur Mumcu’nun savunduğu her şeye karşı çıkan Amerikancı, Nato’cu, piyasacı bir partiye “başka çare olmadığı için” oy vereceklerini söyleyenlerin oluşturduğu bir kalabalık  “yiğidim arslanım burda yatıyor” türküsünü söyleyerek cinayet mahallinden ayrılır.

Bu kez Hrant Dink’i anma törenine katılanların önemli bir yekunu bu anma töreninden biraz uzak durur. Ne de olsa cenaze “öbürlerinin” cenazesidir. Onlara göre bu “öbürleri” ya ulusalcı ya da devletin niteliğini anlamamış “cahillerdir”.

Böylece herkes kendi cenazesinde kendi amentüsünü söyler, kendi ağıdını yakar, etrafa bakar ve kendileri gibi düşünen ve davrananların sayısının çokluğundan mutlu olur ve evine döner.

Hrant Dink’i anma törenlerinde atılan sloganlar cinayeti kimin işlettiğini anlatmaya dönük değil de daha çok soyut bir “devlet” kavramına  yöneliktir. Onlara göre devlet zaten hep aynı devlettir.  Bu cenaze törenine katılanlar  “ulusalcıların” yaptığını yapmaz.  Yani “AKP ve cemaat karşıtlığı” gibi basit işlerle uğraşmazlar. Onlar daha büyük işlerin adamları ve kadınlarıdır. “Katil Devlet” dediniz mi hem büyük ve önemli bir şey söylemiş, hem de Marksist kimliğinizden taviz vermemiş olursunuz.

Her ne kadar Hrant Dink’in öldürülmesinin hemen ertesinde yapılan 8 yıl önceki ilk cenaze törenine, cenaze tertip komitesinin “Sayın” üyelerinin, ABD büyükelçisini, İsrail büyükelçisini, AKP’li bakanları davet etmiş olması ve cenazeyi liberal bir şova dönüştürmüş olması nedeniyle katılmayı reddeden ve bu nedenle de bir sürü küfür yeyip, “ulusalcı, şoven, nasyonal sosyalist” suçlamalarını sineye çekmek zorunda bırakılanlardan biri olsam da daha sonra yapılan bütün anma törenlerine katılarak  her seferinde, hiçbir şekilde katilleri işaret etmeyen, AKP ve cemaat karşıtı herhangi bir sloganın atılmadığı bu yürüyüşleri yeterince deneyimlediğimi sanıyorum.

“Dişil konuşmak” diye bir kavram var. Aslında yok da ben uydurdum bu kavramı.  Ama madem bu kavramı ben buldum, o halde bu kavrama istediğim anlamı verebilirim, öyle değil mi? Veriyorum:

Eğer siz herhangi bir konuda uzun, çok uzun bir süre bir şey söylemiyorsanız, aslında o konuda dişil konuşmuş, yani bir şey söylemiş olursunuz. Örneğin siz 8 yıl boyunca bir konuda konuşmuş, bir çok şey söylemiş, anma törenleri düzenlemiş ve bir çok slogan atmış ve attırmış olabilirsiniz. Ama bu 8 yıl boyunca bir kere bile, bu konuda, yani Hrant Dink cinayeti konusunda, AKP ve cemaat karşıtı slogan atmamış ve attırmamışsanız, aslında siz bu konuda dişil konuşmuş ve bir şey söylemiş olursunuz. O söylediğiniz şey şudur: “Bu cinayeti AKP ve cemaat işlememiştir”

Sürekli “Devlet yaptı, devlet katletti” demek ve cinayet odağı olarak  daha dar bir alanı değil daha geniş ve soyut bir alanı işaret etmek Marksizmi kullanarak topu taca atmanın kurnazca bir yoludur. Bir tür "apolitizm”dir. Daha da kötüsü katillerin kim olduğu konusunda dikkatleri dağıtma işlevi görmektedir ve benim için artık “yetti gari”dir. 

Hrant Dink'in asıl sahiplenicileri, Hrant Dink’in, kısa bir süre sonra başlayacak ve yıllarca sürecek olan ve Türkiye Cumhuriyetinin defterinin dürülmesinin önündeki engellerin kaldırılması için yapıldığı anlaşılan “Ergenekon operasyonu”nun psikolojik ikliminin hazırlanması için öldürtülmüş olabileceği ihtimalini  asla kabul etmediler. Hrant öldürüldüğünde iktidarda AKP ve cemaat koalisyonu olduğu halde cinayetten iktidarı sorumlu tutmadılar. Onlara göre AKP hükumet olmuştu ama gerçek iktidar hala “statükocu Kemalistlerin” elindeydi. Bu iş Ergenekoncuların işiydi.

Artık şunu açık açık söylemek gerekiyor. Hrant Dink’in ırkçı, milliyetçi ve “öteki”ni sevmeyen bir toplumsal atmosferin kurbanı olduğunu söylemek, bir arada yaşama kültürünü yeterince geliştiremediğimiz için öldürüldüğünü söylemek çocukça olmanın ötesinde düpedüz cinayeti örtbas etmeye çalışmaktır. Dink’i öldürenlerin değirmenine su taşımaktır.

Hrant’ın Türk toplumunda varolan milliyetçilik ve Ermeni düşmanlığının bir sonucu olarak öldürüldüğünü iddia etmek, 1 Mayıs 1977 de Taksim’de 35 kişinin öldürülmesinin sebebinin Mao’cularla Moskova yanlılarının çatışması olduğunu söylemekten farksızdır.

Liberalizm Türkiye solcusunu zehirlemiştir. Dahası aile bireylerinin içine nifak sokmuştur. Türkiye solcusuna  aynı ailenin üyeleri olduğunu unutturmayı başarmışlardır.  İşin traji-komik tarafı da şu ki,  Mustafa Kemal’i seven bir Türk solcusuyla, 1915’te yaşananların bir soykırım olduğuna inanan bir Ermenin’nin ya da kendi varlığının ve kimliğinin inkar edildiğini söyleyen bir Kürdün, içinde yaşamayı hayal ettiği “Türkiye’ler”  arasında hiçbir fark yok.

Türkiye’nin acilen ve şiddetle kendi taraftarlarını kızdırmaya cesaret edecek aydınlara ihtiyacı var. “1915’te yaşananlar emperyalistler tarafından Türkiye’yi bitirmek için kullanılmak isteniyor” diyecek bir Ermeni’ye, “Ben Cumhuriyetçiyim. Ancak 1937-38'de Dersim'de yapılanlar  açık bir katliamdı” diyecek bir Kemalist’e, “Kürtlerin varlığının inkar edilmiş olması, cumhuriyetin tarihsel bir ilerleme olduğu gerçeğini değiştirmez” demeye cesaret edecek bir Kürde.

Aksi halde geleceğin tarihçileri hepimizi “ahmak” olarak klase edecektir, bilesiniz.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Fetih masalları ve gerçekler-18(SON)
Şehrin düşmesinin üzerinden bir gün bile geçmeden Fatih, Bizans’ın en önemli 2. Adamı Lukas Notaras’a ve ailesine özgürlüklerini verdi. Notaras’ın hasta karısını yatağında ziyaret etti. Notaras’tan isimlerini saptayarak tüm Bizans soylularını arayıp buldurdu. Esir alınan soyluların hepsinin fidyelerini, kendi payına ganimet olarak düşen altınlardan ödeyerek serbest bıraktırdı.
Fatih daha da ileri giderek şeriatçı ulemanın tepesini attıracak planlarından küçük bir kısmını Notaras’a çıtlattı ve ona, “şehrin bütün yönetim işlerini sana vereceğim. Bizans zamanında sahip olduğundan daha büyük bir şerefe ve konuma sahip olacaksın” dedi.
Burada da durmadı ve kuşatmanın başından beri Katoliklerle kiliselerin birleşmesi anlaşmasının imzalanmış olmasına ateş püsküren patrik Gennadius’u Ortodoks kilisesinin baş patriği yaptı. Ona patriklik asasını bizzat kendi eliyle verdi. Onu patriğin özel giysileri içinde atına bindirdi. Gennadius atın üzerinde, kendisi ise, atın ipinden tutmuş bir şekilde yürüyerek bir süre ona eşlik etti.
Fatih’in amacı Müslümanlardan ve Hıristiyanlardan oluşan kozmopolit bir şehir kurmaktı. Notaras’ı şehrin valisi yapmak, kilit noktalara bazı önemli Bizanslı bürokratları getirmek istiyordu. Üstelik onlardan Müslüman olmalarını istemeyi de düşünmüyordu.
Ancak 21 yaşın, çevresini saranlardan kolay etkilenebilir bir yaş olduğunu da unutmamak gerekiyormuş. Şehrin düşmesinin üzerinden çok geçmedi. Günlerden bir gün Fatih Okmeydanı’nda büyük bir ziyafet verdi. Bu ziyafet sırasında, şarapla da hayli esrikleştiği söylenen Fatih, bir haremağasını Lukas Notaras’ın evine göndererek, Notaras’tan genç ve güzel oğlunu kendisine göndermesini istedi. Notaras “kendi evladımın alnına kendi elimle leke sürmektense ölmeyi tercih ederim. Padişahınıza söyleyin. Cellat göndererek kafamızı alsın” diye cevap verdi ve çocuğunu Fatih’e vermeyi reddetti. Bu cevap üzerine Mehmet cellat göndererek Notaras’ı, çocuklarını ve Notaras’ın damadı Kantakuzenos’u saraya getirtti ve hoşlandığı çocuk hariç hepsinin başlarını kestirtti.
Notaras öldürüleceği yere getirildiği zaman, çocuklarının kendisinin idamını görüp korkmamaları için önce onların öldürülmelerini rica etti. Çocuklarını öptü, okşadı, onlara korkmamaları için cesaret verdi ve cellada teslim etti. Çocukları öldürülürken metin bakışlarla baktı. Çocuklarının kendisinden önce öldürüldüklerine şükrederek Tanrı’ya dua etti ve cellada kendi başını da uzatarak kararlı bir şekilde ölüme gitti.
Gerek Dukas gerekse Kritovulos’un Notaras’ın ölümüyle ilgili olarak anlattıkları birbiriyle örtüşüyor. Kritovulos, Notaras’ın, önce çocuklarının öldürülmesini istemesinin asıl nedeninin, çocukların ölüm korkusuyla dinlerini değiştirmelerini önlemek için olduğunu tahmin ettiğini de ekliyor.
Ancak Fatih’in bütün bir Notaras ailesini(toplam 9 kişi) cinsel bir nedenle öldürttüğü pek akla yakın görünmüyor. Gerek Kritovulos, gerek Dirimtekin ve diğer bazı kaynakların anlatımlarından, şeriatçı ulemanın, Fatih’in, Notaras gibi Bizans ileri gelenlerini kilit noktalara getirmeyi düşünmesinden dinsel gerekçelerle çok rahatsız olduğunu, Zaganos hizbinin de Notaras ve benzerlerinin kilit noktalara gelmesinin kendi konumlarını sarsacağından kaygılandıklarını ve kıskançlık, kaygı ve öfkeyle, bu ziyafet sırasında Fatih’i, Notaras ve diğer Bizans ileri gelenleri aleyhine kışkırttıkları, Fatih’e bunların bir süre rahat durduktan sonra tekrar istiklal davasına düşeceklerini, düşmanla işbirliği yapıp ecnebi devletlerini Osmanlı aleyhine harekete geçirmeye çalışacaklarını söyleyerek bütün Bizans ileri gelenlerinin imha edilmesini tavsiye ettikleri ve 21 yaşındaki Mehmet’i buna ikna ettikleri anlaşılıyor. Bunu, daha sonraki günlerden bir gün Fatih’in, yanındaki bu şeriatçı ulemayı “sizin yüzünüzden günahsız insanların kanına girdim” diyerek kovmasından da anlıyoruz.
Şehrin düşmesinin üzerinden 11 gün geçti. 9 Haziran 1453 cumartesi günü Girit’in Kandiye limanına 3 gemi girdi. İçinde, kulelerdeki kahramanca savunmalarından ötürü Fatih tarafından gitmelerine izin verilen şövalyeleri de taşıyan ve 29 mayıs sabahı Konstantinopol’den yelken açarak kaçmayı başaran bu 3 gemi Girit’e, kendileriyle birlikte Konstantinopol’ün düştüğü haberini getirdi. Haber adayı dehşete boğdu. Korkunç bir panik, uğultu ve şaşkınlık yaşandı şehirde. Bir keşiş “bundan daha kötü bir haber ne duyulmuştur, ne de duyulacaktır” diye konuştu.
Bu arada Venedik gemileri de Ege’de haberi adadan adaya yayarak mekik dokumaya başladı. Haber yıldırım hızıyla adalarda ve doğu denizlerinin limanlarında duyuldu ve ulaştığı her yerde, Kıbrıs’ta, Rodos’ta, Korfu’da, Khios’ta ve ötelerde olağanüstü bir dehşet dalgası yarattı.
Konstantinopol’ün düştüğü haberi Avrupa Anakarasına, şehrin düşmesinden tam 1 ay sonra, 29 haziran 1453 günü sabahı Venedik’te ulaştı. Gemilerden biri sabah saatlerinde Venedik’in Bacino limanındaki ahşap iskeleye yanaştığında, insanlar her zamanki gibi balkonlardan ve pencerelerden sarkmıştı. Şehre her gelen gemi sevinç yaratırdı. Gemi demek şehre çok sayıda mal ve hediyelik eşya gelmesi demekti. Gemi demek kadınları kocalarına ve sevgililerine kavuşması demekti. Gemi demek başka diyarlardan haber demekti. 

Ancak bu gemide bir tuhaflık vardı. Fazla kalabalıktı ve bu kalabalığa rağmen çok sessizdi. İçindekiler limandakilere hiç de öyle sevinçli gözlerle bakmıyordu. Geminin kaptanı ve mürettebatı limandaki meraklı kalabalığa Konstantinopol’ün düştüğünü , Türklerin eline geçtiğini söyledi. Bu haber önce bir sessizliğe, sonra büyük bir uğultunun, daha sonra feryatların, ağlamaların ve inlemelerin kopmasına neden oldu. İnsanlar bir babanın ya da bir oğulun ya da kardeşin kaybının verdiği acıyla ağlamaya, göğüslerini yumruklamaya, saçını başını yolmaya başladı. Bazıları kendini balkonlarından aşağı attı. Ozanlar ağıtlar yaktı. Kimileri 1 yıldan uzun süredir Bizans imparatoru Konstantin'in ısrarlı yardım çağrılarına kulaklarını tıkayan devlet yöneticilerine küfretmeyi tercih etti. Prens Byzas’ın “körler ülkesi”nin karşısında kurduğu günden bu yana geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca efsanelere konu olmuş, asırlar boyu gençlerin hayallerini süslemiş olan masal kent, şehirlerin kraliçesi artık yoktu. O artık "barbar müslümanların" eline geçmişti.
Senato haberi taş kesilmiş bir sessizlikle karşıladı. Oylamalar ertelendi. Konstantinopolis ve Pera(Galata) kentlerinin korkunç ve içler acısı düşüş haberi uçan kuryelerle İtalya’nın her tarafına iletildi. Bu bilgi Bologna’ya 4 Temmuz, Cenova’ya 6 Temmuz, Roma’ya 8 Temmuz 1453’te ulaştı. Çoğu insan önce habere inanmadı. Haber doğrulanınca sokaklar yasa boğuldu.
Konstantinopol’ün Türklerin eline geçtiği haberi Avrupa’da adeta nükleer bomba gibi patladı. Duyulan dehşet o kadar büyüktü ki bu dehşet, abartılı ve uydurma haber ve söylentileri de doğurup yaydı. “Konstantinopol’de 6 yaşın üstündeki herkes öldürülmüştü. Türkler 40.000 kişiyi kör etmişti. Tüm kiliseler yıkılmıştı ve Türkler şimdi de İtalya’yı almaya hazırlanıyordu vs..vs..” Ne var ki bu söylentiler uydurma dahi olsa yüzyıllar boyu Türk’ü yarı hayvana benzeten söylence ve resimlerin de eşliğinde Avrupa’lının bilinçaltında yankılanmaya devam etti.
Haber Germanya’da kendisine ulaştığında 3. Frederick hıçkırarak ağladı.
Konstantinopol’ün düştüğü haberi, o çağda bir haberin maksimum yayılma hızını belirleyen şeylerle, son hızla giden bir yelkenlinin ya da dört nala giden bir atın hızıyla yayılıyordu. İtalya’dan Fransa’ya, İspanya’ya, Portekiz’e, Sırbistan’a, Macaristan’a, Polonya’ya ve daha ötelere…Danimarka ve Norveç Kralı, Mehmet’i “denizden yükselen bir canavar” diye niteliyordu.
Konstantinopol’ün öyküsü yıllar ve yıllar boyu sadece saraylarda değil, yol kavşaklarında, pazar yerlerinde, hanlarda da konuşuldu…konuşuldu. Fransız besteci Guillaume Dufay Konstantinopol’ün hazin sonu için bir ağıt yazdı.
Şehrin savunmasında yer alıp da kurtulmayı başaranların her birini farklı bir yazgı belirledi. Grek mültecilerin çoğu yabancı bir ülkede yoksulluk ve kaybettikleri yurtlarına duydukları hasretle yaşayıp öldüler. Çoğu Girit’te ve İtalya’da kıt kanaat geçinerek yaşadı. Kral Konstantin’in Palaiologos sülalesinden gelenler daha sonra muhtemelen başka etnisitelerle evlilikler yaparak zaman içinde kayboldular. Bir ikisi gerek yoksulluk, gerekse sıla hasretiyle yıllar sonra İstanbul’a dönüp Mehmet’in merhametine sığındı.
29 Mayıs 1453 günü şehirden kaçmayı başaranlardan Georgios Sphrantzes adlı bir Grek’le eşi hayatlarını Korfu’da, Georgios’un yaşadığı acıları ve anılarını yazdığı bir manastırda tamamladılar. Şehrin düşmesinden sonra Georgios’un iki kızı da ganimet olarak elinden alınmış ve padişaha hediye edilmişti. Oğlu da idam edilmişti. 1455 yılı eylül ayında günlüğüne şunları yazdı:
“Ben acınası Georgios Sphrantzes. İmparatorluk Gardrobu 1. Lordu. Hiç doğmamış olmak ya da çocuk yaşta ölmek benim için daha iyi olurdu. Ama öyle olmadığına göre bırakalım 30 Ağustos 1401 günü doğduğum bilinsin. Güzel kızım Tamar sultanın hareminde bir bulaşıcı hastalıktan öldü. Vah bana! Bi çare babasına! Daha 14 yaşındaydı.”
Ne yazık ki Sphrantzes ölmeyi çok istemesine rağmen ölmedi ve 1477 yılına kadar, yani Greklerin tamamen Osmanlı egemenliğine girdiğini görene kadar yaşadı.
İmparator Konstantin, sonraki yıllarda Grek ruhunda Bizans’ın yitip gitmiş görkemine duyulan bir özlem odağı ve Grek popüler kültüründe bir tür Kral Arthur figürü haline geldi. Kehanete göre şimdi mezarında uyuyan kral bir gün, eski Bizans komutanlarının zafer girişi yaptığı yaldızlı kapı’dan girecek ve Türkleri doğuya, Kızıl elma ağacının olduğu yere kadar kovalayıp Konstantinopol’ü geri alacaktı. Bu tür kehanetleri kendisi de işitmiş olan Fatih Yaldızlı Kapı’yı ördürüp kapattırdı.
Bugün Bizans ruhunun en fazla yaşatıldığı yerin muhtemelen İmparator Konstantin’in bir zamanlar Mora despotluğu yaptığı küçük ortaçağ kenti olan Mistra olduğu söylenir. Her sokak lambasının direğinde bulunan çift başlı kartal amblemiyle, Dukas’tan bir alıntının yazılı olduğu mermer bir fonun önünde duran ve elinde kılıcıyla imanı savunurken betimlenen Konstantin heykeliyle, bu küçük kentin hala da Bizans ruhunun mihrabı olduğunu düşünür kimileri.
Bizans savunmasının efsane kumandanı Justinyani Khios’a dönmeyi başardı. Ama fazla yaşamadı. Başpiskopos Leonard’ın ifadesiyle ya aldığı yaradan ya da hemen hemen herkes tarafından son yenilgiden sorumlu tutulmakla kaybettiği itibarın acısıyla orada öldü. Şimdi kayıp olan mezar kitabesinde şunlar yazıyordu: 

“Burada Konstantinopolis’in düşmesi ve Doğulu Hıristiyanların son imparatoru ve cesur önder, çok latif Konstantinus’un Türk Hükümdarı Mehmet’in elinde can vermesi sırasında aldığı ölümcül yara nedeniyle 8 ağustos 1453’te ölen büyük adam Ceneviz ve Khios soylusu Giovanni Giustiniani yatar”

                                                             -SON-
Formun Üstü
BeğenBeğen ·  · Paylaş
·         Ahmet AçanSerhan GüngörBijen Karaş Arslan ve 5 diğer kişi bunu beğendi.

Naci Adıgüzel
Fetih masalları ve gerçekler yazı dizisinin sonu
Hikaye burada bitiyor. Son olarak şunu belirtmekte yarar var. Ne kadar objektif olmaya çalışırsanız çalışın, özellikle konu tarihse, yazdıklarınızın belirli bir subjektiviteden beslenmemesine imkan yok. Çünkü spekülasyonlardan örülü bir patikada yürüyorsunuz. Yapabileceğiniz en fazla, olan biteni gerçeğe yaklaştırabilmektir. Sanırım çapraz sorgulamalarla ve farklı kaynakların ortaklaştığı noktaların bulunmasıyla yazılan bir çok şey gerçekle buluştu. Diğerlerinin de gerçeğe değdiğini ya da ona yaklaştığını sanıyorum.
Okuyan, ilgi gösteren herkese sonsuz teşekkürler.

BeğenBeğen ·  · Paylaş
·         Yasmin Psnlgl, Ahmet Açan, Kumru Saglam ve 5 diğer kişi bunu beğendi.
·        
Bijen Karaş Arslan Gerçekten harika bir serüven yaşattın bize. Tüm yazı dizisi ve emeklerin için tekrar teşekkürler Naci.
·        
Serhan Güngör Eline, emeğine sağlık. Teşekkür ederiz.
·        
Nigar Okuyan Çok güzeldi,teşekkürler..Tarihi bir roman tadındaydı..Başka diziler de olacak mı 
·        
Naci Adıgüzel Şimdilik başka dizi yok Nigar:)
·        
Bijen Karaş Arslan Bi sülüman patlataydın da, dizi karakteri edilen şu çok muhteşem padişahı gerçek yüzüyle tanıyaydık mesela Naci
·        
Yasmin Psnlgl Emeğine, eline sağlık tebrik ederim.
·        
Naci Adıgüzel Aslında benim asıl ilgi alanım biraz 6. yüzyıl İstanbul'u. İmparatoriçe Theodora ve Justinian dönemi İstanbul'u. Ah o dönemi bir günlüğüne dahi olsa görebilmek için neler vermezdim:)
·        
Erdem Tuç Naci kitap yapip genisletsen ne guzel olur
·        
Formun Altı

Fetih masalları ve gerçekler-17
Ertelenen intikam ve Çandarlı'nın düşüşü
Sultan Mehmet sabah saatleri boyunca surların dışındaki otağında kaldı ve kentten gelen haberleri bekledi. Önce Orhan’ın kesik başı getirildi kendisine. Mehmet özellikle imparatorun bulunmasını istiyordu. Günün ilerleyen saatlerinde artık ortalığın biraz yatıştığı bilgisi geldikten sonra şehre zafer girişini yapmaya karar verdi. Atına bindi ve maiyetiyle birlikte Harissos kapısından geçerek kente girdi.
Yol boyunca yanından geçtiği binaları şaşkınlık ve hayranlıkla seyre koyuldu. Valens su kemerini geçti. Şaşkınlığı ve hayranlığı , giderek üzüntüye, üzüntüsü de giderek kızgınlığa dönüştü. Fethettiği şehir “altın bir kent”ten çok Pompei’yi andırıyordu. Kontrol dışına çıkan ordu, şehrin kumaşını oluşturan yapıların dokunulmadan kendisine bırakılması şeklindeki fermanını unutmuş, şehir bir gün içinde tarumar edilmişti. Bunun üzerine Fatih 3 gün yağma sözü vermiş olmasına rağmen bu sözünü geri aldı ve birinci gün gece yarısı yağmanın bitirilmesi emrini verdi.
Hipodromu ve Justinian heykelini geçti. Ayasofyanın ön kapısında atından indi, secdeye kapandı, yerden bir avuç toprak alarak türbanına sürdü. Ön kapıdan içeri girerken iç narteksin üzerindeki muhteşem mozaikten kendisine bakan İsa Mesih’e baktı. Efsane yapının içine girdi ve mihraba doğru ilerledi. Bu sırada Ayasofya’nın gizli girintilerinde gizlenerek yeniçeriler tarafından yakalanıp esir edilmekten kurtulmayı başaran birkaç Grek’in korku içinde bir köşeye sinmiş bekleştiklerini gördü. Fatih bunların güvenlik içinde evlerine götürülmeleri için yeniçeri çavuşlarına emir verdi.
Namazını kıldıktan sonra kilisenin kubbesine çıkıp bir süre harabeye dönmüş şehri seyre koyuldu. Kiliseyi çevreleyen binaların da çoğu yıkılmıştı. 7. Yüzyılda Pers İmparatorluğunun Arap’lar tarafından yerle bir edilişini anlatan, ezberlediği bir şiirden bir dizeyi hıçkırarak tekrar etti.
“Baykuş Efrasiyabın kubbesinde öterken Kayserin kasrında örümcek ağını örüyor”
Karargaha dönmek için atına atladı ve ana caddelerden ve pencereleri, duvarları kırılmış, kapıları sökülmüş, çatıları göçertilmiş evlerin arasından geçerek düşünceli bir şekilde yürümeye başladı. Teslim olmayan ve bu nedenle zorla ele geçirilen şehirlerdeki halklara uygulanan İslam şeriat hukuku kılıçtan geçirme, köleleştirme ve talandı. Ancak gayrimüslimler savaşmayıp boyun eğerler ve cizye yani kelle vergisi verirlerse hayatta kalma hakkına sahip olabilirlerdi(Tevbe suresi 29. Ayet) Kuşatmayı başlatmadan önce Konstantin’e gönderdiği elçilerle islamın bu kuralını hatırlatmış ve şehrin teslim edilmesini istemişti. Ancak Bizanslılar alçalmayı reddedip “onurlu birer insan gibi direnme ve yurtlarını savunma suçunu” işlediklerinden kılıçtan geçirilmeleri, köleleştirilmeleri ve şehirlerinin talan edilmesi gerekiyordu. O da askerlerini savaştırabilmek için 3 gün yağma sözünü vermişti zaten. Ancak 1 günlük yağma sonrasında bile şehrin aldığı hal insanı dehşet içinde bırakacak kadar korkunçtu. Öfke ve üzüntü birbirine karıştı. Sonunda gözlerinden yaşlar boşandı ve “böylesine güzel bir şehri ne hale çevirdik” diye hıçkırdı.
Tahminimce o dökülen gözyaşları güzelliğe, estetiğe, mimariye, medeniyete odaklanmayı tercih edenle, bütün tarihi boyuca talana, haraca, kelle kesmeye ve ganimet toplamaya odaklanan arasındaki uçurumu görmenin yarattığı dehşetli eziklikten kaynaklanıyordu. İstanbul Fatih’in yüzüne ayna tutmuştu. Bir insanın gelebileceği en üst noktaya gelmişti Fatih. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu şeyi gerçekleştirmiş, en çok istediği şeyi elde etmişti. Ancak bu yükselişin bu kadar acı vereceğini hiç düşünmemişti. 21 Haziranda Edirne’ye dönerken ardında insandan arındırılmış, yıkılmış, tarumar deilmiş bir şehir bırakacaktı.
Fatih Ayasofya’dan sonra Konstantin’in sarayına gitti ve şehrin düşmesinden sonra evine giderek olacakları bekleyen ve burada yakalanan, Bizans’ın en önemli 2. Adamı Lukas Notaras’ın huzuruna getirilmesini istedi. Şehrin yarım gün gibi bir sürede bile yağma ve talan nedeniyle müthiş bir yıkıma uğramasından ötürü çok üzgün ve öfkeli olduğu gözlenen Mehmet Notaras’a “Niye boş yere bu kadar direndiniz de şehrin mahvolmasına sebep oldunuz?” diye sordu. Notaras “Efendim şehri size teslim etmek bizim elimizde değildi. Ayrıca sizin adamlarınızdan bazıları sözle ve mektupla imparatora haber göndererek bizi direnmeye teşvik ediyor ve “korkma padişah size tahakküm edemeyecektir” diyorlardı” şeklinde cevap verdi. Notaras bu sözlerini orada bulunan Çandarlı Halil Paşa’ya bakarak söyledi.
Bunun üzerine Çandarlı Notaras’a büyük tepki gösterdi. Ancak Notaras’ın bu sözleri Mehmet’e uzun süredir beklediği kozu fazlasıyla vermişti. Mehmet, Zaganos ve diğerleri öfke dolu gözlerle Çandarlı’ya baktılar. Mehmet Çandarlı’ya doğru bir hamle yaptı. Sakalından çekti ve “Seni Rum dostu, hain” diye söylendi.
İntikam saati gelmişti. Fatih hemen oradakilere Çandarlı’nın üzerindeki Vezir-i Azam” kaftanının çıkarılmasını ve tutuklanmasını emretti. Bu konuşmanın bir mizansen mi, yoksa gerçek bir konuşma mı olduğunu bilmiyoruz. Ancak bu konuşmanın Mehmet’e, uzun süredir yapmayı istediği, ancak Çandarlı’nın nüfuzundan korktuğu için sürekli ertelediği şeyi yapması için gerekli altyapıyı sunduğunu anlıyoruz. Mehmet şehri almıştı ve artık güçlü bir padişahtı. Çandarlı’nınsa bütün tezleri çökmüştü. Artık Çandarlı’yı tasfiye etmesinin önünde herhangi bir engel kalmamıştı.
Mehmet önce Çandarlı’nın el ve ayaklarını bağlatarak Edirne’ye yollattı. Hemen öldürme yoluna gitmedi. Onun yerine Zaganos Paşa aracılığıyla önce onun itibarını sarsacak söylentinin, yani Bizans işbirlikçisi, hain ve ajan olduğu söylentisinin yayılmasını sağladı. Bir süre sonra da bazı eski tarihçilerin deyimiyle “envai çeşit işkence ve azap ile” öldürttü. Çok zengin bir insan olan Çandarlı Halil Paşa’nın 120 bin dükalık hazinesi, mal, mülk ne varsa hepsine el konuldu. Mehmet ayrıca Çandarlı’nın ailesinin yas tutmasını da engelledi.
Çandarlı’nın öldürülmesinden sonra beklendiği gibi vezir-i azamlığa Zaganos getirildi. Ancak vezir-i azamlık makamı Zaganos’a da yar olmadı. Çocukluğundan beri birlikte olduğu, birlikte büyüdüğü ve kendisiyle kader ortağı olan insanlarla bile herhangi duygudaşlığı olmadığı anlaşılan Mehmet, tahta 2. Kez oturduğunda beşikteki kardeşi Ahmet’i boğarak öldürmesi için görevlendirdiği Evrenoszade Ali Bey’i, kundaktaki bebeğin öldürülmesine halkın büyük tepki göstermesi üzerine, tepkileri yatıştırmak için nasıl idam ettirerek harcadıysa, Çandarlı’nın öldürülmesinin ulema, devlet erkanı ve yeniçeriler arasında büyük bir hoşnutsuzluk ve üzüntüye sebep olması nedeniyle, yine tepkileri yatıştırmak ve kendini kurtarmak için, Çandarlı’nın katlinden sorumlu tuttuğu Zaganos’u ve yine yıllardır birlikte hareket ettiği Hadım Şahabettin Paşa’yı görevinden aldı. Bununla da yetinmedi. Zaganos’un kızı olan kendi karısını da boşadı.(Fatih aynı zamanda Zaganos’un damadıydı) “Cihan imparatoru büyük Fatih” görevden aldığı ve siyasi hayatını bitirdiği Zaganos’un yerine vezir-i azamlığa, öldürtmek için uzun bir süre acele etmeyeceği Mahmut Paşa'yı getirdi.
Gerek Osmanlı dönemindeki, gerekse Cumhuriyet dönemindeki “tarihçiler”, padişahların işlediği bu tür cinayetleri aklama konusunda o kadar ileri gittiler ki bunlardan bir tanesi gerçekten dudak uçuklatıcı:
“İstanbul’un fetholunduğunu müjdelemek için her memlekete birer elçi gönderiliyordu. Bu arada öbür dünyaya, peygamberimize ve sahabelere de elçi göndermek lazım geldi. Bu vazife de Halil Paşa’ya düştü” Bu satırları yazan İbn-i Kemal. İbn-i Kemal Kanuni’nin şeyhülislam’ı ve resmi tarihçisi. Ancak saçmalık burada bitmiyor. Profesör Mükrimin Halil Yinanç adında bir akıl fikir yoksunu, Kanuni’nin şeyhülislamının yukarıda yazdığım zırvasını ciddi ciddi alıntılayarak aktarıyor ve Çandarlı’nın öldürülme nedeninin öbür dünyaya elçi gönderme ihtiyacından kaynaklandığını söylüyor.(Sanırım Zaytung gazetesi o dönemlerde yayınlanıyor olsaydı bundan daha iyisini yazamazdı)
Daha sonra, padişahın övgüsüne ve belki de vereceği ödüle mazhar olacağı umuduyla, onu asıl öldürenin kendisi olduğunu iddia eden iki yeniçeri, imparator Konstantin’in başsız cesedini getirdiler Sultan’ın önüne. Mehmet Notaras’a cesedin imparatora ait olup olmadığını sordu. Notaras, giysilerinden, vücudundan ve çift başlı kartal simgesi bulunan çizmelerinden imparatoru tanıdı ve cesedin efendisine ait olduğunu doğruladı. Daha sonra imparatorun başı da bulunup getirildi. Mehmet başı eline aldı ve “Tanrı seni en yüce yerlere gelesin diye yarattı. Ne diye kendini boş yere mahvettin” diye söylendi.(İmparatorun başı daha sonra içi boşaltılarak samanla doldurulup Ayasofya’nın önünde halka sergilenerek imparatorlarının öldüğü bütün Greklere duyurulacak ve Fatih daha sonra İmparatorun cesedinin kendi inançları doğrultusunda ve bilinmeyen bir yere gömülmesi için Grek halkın önde gelenlerine verecektir. Bugün İstanbul’un Vefa semtinde İmparator Konstantin’e ait olduğu söylenen bir mezar da vardır. Ancak bu mezarın imparator Konstantin’in mezarı olduğu kesinlik kazanmış değildir.)
Mehmet Konstantin’in sarayından sonra karargaha geldi. Uzun tutsak sıralarını gördü. Onbinlerce kişi hendeğin dışında kurulmuş tentelerin altında koyunlar gibi güdülüyordu. 50.000’e yakın insan esir alınmıştı. Çocuklar koparıldıkları annelerine, adamlar karılarına seslenerek boşuna bir cevap bekliyorlardı. Osmanlı kampında ateşler yakılmış, davullu, zurnalı kutlamalar başlamıştı. Ganimetler el değiştiriyor, değerli taşlar alınıp satılıyordu.
Geleneğe göre Fatih, kumandan sıfatıyla ele geçirilen her şeyin beşte birine hak kazanıyordu. Fatih köleleştirilen Greklerden kendi payına düşenleri Haliç kıyısındaki Phanar(Fener) bölgesine yerleştirdi.(Bu semtin Haliç’e açılan kapısının adı Phanarion’du ve Bizans halkı bunu Fenari diye söylerdi.)
Esir alınan 30.000 kadar Bizans’lı Edirne, Bursa ve Ankara’daki köle pazarlarına götürüldü ve satıldı. Bunların arasında babası ve kardeşi öldürülen, ailesi dağılan, Bizanslı soylulardan Matteus Camariotes’de vardı. Bütün bu kıyametin, kargaşanın ortasında tehlikeli ve olağanüstü bir çabaya soyunarak, ailenin bazı üyelerini bulmayı başaran Camariotes anılarında şunları yazar:
“Kızkardeşimi fidye ödeyerek bir yerden aldım. Annemi başka bir yerden. Sonra da kardeşimin oğlunu buldum. Tanrı’ya şükürler olsun ki serbest kalmalarını sağladım. Dört erkek yeğenimden üçü ise gençliğin verdiği kırılganlıkla Hıristiyan imanından döndüler ve ben öylesi bir acı ve keder içinde sürdürülen hayatı, adına hayat denirse, yaşadım”
Şehirde yaşayan ve kentin savunmasında canlı bir rol üstlenen Venedik kolonisinin başı Minotto, oğlu ve diğer Venedikli ileri gelenleri idam edildi. Otuz diğer Venedik’li fidye karşılığında İtalya’ya verildi. Kardinal İsidor giysi değiştirerek kaçmayı başardı. Bocchiardi kardeşler Galata dahil her yerde arandı ama bulunamadı. Onlar da hayata kalmayı başarmışlardı.


Fetih masallar ve gerçekler-16

Burada çok ilginç olduğunu düşündüğüm bir konudan söz etmeden geçemeyeceğim. “Osmanlı” tarih yazıcıları ile “Osmanlı’cı” tarih yazıcıları arasında olan bitenin nasıl anlatılacağı konusunda uçurumlar kadar fark var.
Eski tarihçiler, yani Fatih ya da genel olarak Osmanlı döneminde yaşamış olan eski tarihçiler bu tür fetihler sonrasında gerçekleştirilen katliamları, talanı, kadınların ve oğlanların köleleştirilmesini, bir insanın sadece çok yaşlı veya çok küçük olduğu ve bu nedenle para etmediği için öldürülmesini, yüzyıllar sonra bu tür eylemlerin utanılacak eylemler olarak görüleceğini hesaba katmadıkları ve kendilerine çok normal geldiği için olsa gerek, gayet ayrıntılı bir dille anlatırken, günümüz Osmanlı’cıları ya kimsenin kılına dokunulmadığı gibi bir palavraya başvururlar ya da yağma, katliam ve tecavüzleri münferit olaylar olarak niteleyip geçiştirmeye, olmadı, haçlıların ve Hıristiyanların ele geçirdikleri Müslüman topraklarında yaptıklarını anlatarak fetih sonrası yaşananları normalleştirmeye veya bu tür şeylerin o dönemlerde olağan olduğunu söyleyip konuyu geçiştirmeye çalışırlar.
Mesela bunlardan biri şehir düştükten sonra olanları şöyle anlatır: “Şehrin düşmesinden sonra İstanbul birkaç gün karışıklıklar içinde kaldı” Bu kadar. Ya, işte böyle. Demek ki ne olmuş? İstanbul karışıklıklar içinde kalmış. Ve devam ediyor bu “büyük” tarihçi: ”Bunun üzerine Fatih askerin izinsiz sokağa çıkmasını yasakladı” Bir şey anlayan beri gelsin. Birkaç gün karışıklıklar içinde kalan İstanbul’da karışıklıklara son vermek için askerin sokağa çıkmasının yasaklanması. Çok açıklayıcı doğrusu.
Konuyu tek cümleyle geçiştirenler arasında kimler yok ki:
Feridun Dirimtekin:” Fatih’in müsadesine uyularak ortaçağda harben zaptolunan şehirlere yapıldığı gibi şehrin yağmasına başlandı.”(ortaçağın kuralı bu abi, elden ne gelir?)
İsmail hakkı Uzunçarşılı: “Teamül üzere zaptedilen bir şehrin üç gün yağması icap ettiğinden…”(İcap ettiğinden yani valla, icap etmese dükkan senin)
Bu “tarihçiler” için talan edilen, ırzına geçilen, köle yapılan, yere yatırılıp koyun gibi kesilen, çocuğu başkasına, annesi başkasına, babası başkasına satılan insanlar, bu sırada göklere çıkan feryatlar, çığlıklar konusu birer ayrıntı olmalı ki gerçekleri anlatmaya çalışanları “iflah olmaz Türk düşmanı” filan diye suçlamaya kalkarlar. Burada bu Osmanlı’cı tarihçilerin yalanlarıyla cehaletleri iç içe geçer. Birincisi iflah olmaz Türk düşmanının bizatihi kendisinin Osmanlı hanedanı olduğunu, Osmanlı’nın kestiği Türk ve Türkmen sayısının yine Osmanlı’nın kestiği Hıristiyan sayısından bile fazla olduğunu ya bilmezler ya da bilmezden gelirler. İkincisi fetih sonrası yaşananlar konusunda kendilerini yalanlayanların yabancı Hıristiyan yazarlardan önce bizzat Osmanlı tarihçileri olduğunu unuturlar.
İsterseniz burada ben çenemi kapatayım da bizim Osmanlı’cı tarihçilerin “ecdadımız” diye övündüğü padişahların tarihçileri konuşsun.
“Şehrin içine girdiler. Yağma ve talan ettiler. Oğlanlarını, kızlarını ve mallarını alıp esir ettiler. O sırada tutabilen tuttu. Müslümanlar şöyle mala garkoldular kİ, İstanbul’un yapıldığı 2400 yıldan beri toplanan mal hep gazilere nasip oldu.”(Oruç Beğ tarihi)
“Hisar fetholundu. İyi yağmalar ve doyumluklar oldu. Altın, gümüş ve mücevherler ve her türlü kumaşlar gelip pazara döküldü.Satmaya başladılar. Halkını esir ettiler. Tekfurunu(imparatoru) öldürdüler.Güzel kızlarını gaziler bağırlarına bastılar(Aşık Paşaoğlu tarihi)(Güzel kızların bağırlara basılmasından neyin kastedildiğini açıklamama gerek yok sanırım.)(Bizanslı güzeller de “bağırlara basılmayı”dört gözle bekliyorlardı zaten)
“yaşlıları öldürünüz, işe yarayanları bırakınız”(İslam hukuku gereği savaşta alınacak tedbirlerden biri) emri gereğince hareket olunarak….”
“Ve böylece sağlam ve büyük bir kale dar-ül harp iken dar-ül İslam oldu.”(Tacüt Tevarih)(Savaş ülkesinden İslam diyarına dönüştü)
Hadi bir de 1396-1458 yılları arasında yaşamış ve Fatih’i olumlu özellikleriyle öven Venedikli diplomat Zorzi Dolfin’den alıntı yapalım:
“İhtiyarlar, hastalar ve küçükler para etmedikleri için orada öldürüldü. Erkekler iplerle bağlandılar. Kadınlar ikişer üçer kişilik guruplar halinde birbirlerine saçlarından bağlandılar. Bizanslı görgü tanıkları küçük kız ve oğlanların sunak masaları üstünde ırzlarına geçildiğini ve büyük kilisenin(Ayasofya kastediliyor olmalı) onların çığlıklarıyla çınladığını anlatırlar(Zorzi dolfin)
Demek ki neymiş? Zorbalıkla, eşkıyalıkla bir şehri ele geçirmenin adı fetih oluyormuş. Bu uğurda ölenler cennete gidiyormuş. Kendilerini size paşa paşa teslim etmeyip yurdunu savunanları, teslim olmadılar ve yiğitçe direndiler diye kıtır kıtır kesmek, ırzlarına geçmek, onları köle yapıp pazarda satmak, her türlü mallarına el koymak “helal ganimet“ elde etmek anlamına geliyormuş. Teslim olmadıkları ve yurtlarını sonuna kadar savundukları için öldürülmelerini, köleleştirilmelerini ve her şeylerinin yağmalanmasını caiz kılan bir kutsal kitaba inanıyorlarmış.
Sanırım yurtseverlik, boyun eğmeme, yiğitlik, cesaret, onur gibi şeyler İslam tarafından birer fazilet olarak, değerli ve soylu davranışlar olarak görülmüyor. Onun yerine, teslim olmak, boyun eğmek daha değerli davranışlar olarak görülüyor olmalı ki direnenler ölümle veya köleleştirilmekle, onların karıları ve kızları da cariye yapılmakla cezalandırlırken hemen teslim olanlar, boyun eğenler, yurdunu savaşmadan teslim edenler özgür bırakılarak, mallarına mülklerine dokunulmayarak, hatta kendilerine vergi muafiyeti filan sağlanarak ödüllendiriliyor.
“İman sahipleri mutlak hakim olup asker de yağmaya başladı. Rumi, Frengi, Rusi, Engürisi her milletten bir çok oğlan ve kız esir alndı. Tekfur Sarayı ve diğer saraylarda, zengin kafir evlerinden o kadar çok ganimet çıktı ki gümüş ve yakut cinsinden kıymetli madenler boncuk ve sırça pahasına satıldı. Altın ve gümüş, bakır ve kalay fiyatına alındı.” Tursun bey(Tarih-i Ebul Feth)
“Bütün gaziler aldıkları toyumluk maldan onda birini Allah’ın farzı gereğince padişaha sundular. Cümle tutsaklardan 3800 tutsak padişahın hissesine düştü. 20 bin kese yanko altını, 3 bin saray, 2 bin ester, 7 bin dükkan da padişaha ayrıldı. Ayasofya camisini ve 7 büyük manastırı da Fatih hazretlerine verdiler. Sözün kısası bütün İstanbul bu düzenle gazada bulunan tüm gazilere ve Fransız kralının kızı da padişaha verilerek akça dağıtımı yapıldı. Bütün gaziler padişaha ve kutlu dine hayır dualar ettiler.(Doğrusu bu ortamda bu kutlu dine hayır dualar etmemek mümkün değil.)
Uzunçarşılı, Lamartin ve Dirimtekin’e göre 50.000’e yakın Bizans’lı esir alındı ve köle pazarında satıldı. Sağ kalan Bizans’lı askerlerin ve Venedik’lilerin çoğununsa boynu vuruldu.(Tursun bey: Fatih’in tarihi)