26 Ocak 2015 Pazartesi

Fetih masalları ve gerçekler-1

1054 yılı yazının bunaltıcı derecede sıcak günlerinden bir gün, 16 Temmuz Pazar günü öğleden sonra saat 3.00 sıralarında, Konstantinopol halkının büyük çoğunluğu evlerinde dinlenirken, Ayasofya’da toplanmış kadınlı erkekli hıristiyan cemaat, sıcaktan bunalmış, ayinin başlamasını bekler ve rahipler de ayin için son hazırlıklarını tamamlarken, kıyafetlerinden din adamı oldukları anlaşılan, ancak doğu kilisesi giysilerine hiç benzemeyen giysiler giyinmiş 3 kişi Ayasofya’nın büyük batı kapısından içeri girdi ve cemaatin meraklı bakışları arasında hızlı ve kararlı adımlarla mihraba doğru ilerledi. İçlerinden, adının Humbert olduğunu öğrendiğimiz adamın elinde, daha sonra Katolik batı kiliseleriye Ortodoks İstanbul kilisesi arasında yüzyıllar sürecek bir düşmanlığın tohumlarını atacak olan rulo şeklinde bir kağıt vardı.

Humbert kutsal makama yaklaşıp elindeki, papa’nın, kendi otoritesini tanımayan “sapık mezhebin” Konstantinopol’deki lideri patrik Michael Keroularios nezdinde bütün bir doğu kilisesini aforoz ettiğini bildiren aforoz bildirisini mihraba bıraktı ve kendisini bekleyen diğer kardinallerle birlikte hızla kiliseden ayrıldı. Olaya ayıkması bir iki dakika süren kilise görevlilerinden biri kağıdı kaptığı gibi Humbert’in peşinden seğirtip aforoz kağıdını geri alması için yalvardıysa da Humbert oralı olmadı.

Aslında ne Bizans imparatoru Konstantin Monomakus(hani şu kocası ölüm döşeğindeyken banyoda sevgilisiyle seks yapmakta olan imparatoriçe Zoe’nin 3. kocası olan adam) ne de Humbert ve ekibini Konstantinopol’e, batı ve doğu kiliseleri arasındaki anlaşmazlık konularını çözsün diye İstanbul’a gönderen Papa IX. Leo işin bu noktaya varmasını istememişler, bir anlaşma yolunun bulunmasını istemişlerdi. Ama halkın kendisine verdiği destekle kendisini neredeyse imparator ve imparatoriçeden bile daha güçlü hisseden Bizans patriği Michael Keroularios "Nuh diyor peygamber demiyor", batı kilisesinin otoritesini tanımıyordu. Görüşmeler uzadıkça uzadı. Sonunda patrik, kardinal Humbert’in görüşme isteğini reddedince ipler koptu. Zaten doğu kilisesinden nefret eden kardinal Humbert Roma’ya dönmeden Papa IX. Leo’nun öldüğü haberini alınca, bunu, uzun süredir çantasında sakladığı ve üzerinde papanın imzasının bulunmadığı iddia edilen aforoz kağıdını Ayasofya’nın mihrabına fırlatmak için bir fırsat saydı.

Hıristiyan Ortodoks kilisesinin aforoz edildiği haberi çabuk duyuldu ve İstanbul halkı arasında görülmemiş bir galeyana neden oldu. İstanbul halkı ayaklandı. Galeyana neden olan aforoz kağıdı halk önünde yakıldı. Onlar da kendilerini aforoz eden papalık delegelerini aforoz ettiler. Bu olay doğulu Ortodoks Hıristiyanlarla batılı Katolik Hıristiyanlar arasında etkisi yüzyıllar boyu devam edecek bir husumet ve nefreti tetikleyen ilk olay oldu.

İstanbul’un Türkler tarafından alınmasına götüren, daha doğrusu 1453’teki fethi kolaylaştıran olaylar zincirinin 2. ve belki de en büyük halkası 1204’teki Latin işgali oldu. Zannedersem İstanbul’un tarihi boyunca yaşadığı en büyük deprem, coğrafi depremleri saymazsak, buydu. O kadar ki Konstantinopol tarihi boyunca hiçbir dönemde Latinler tarafından işgal edildiği dönem ki kadar yakılıp yıkılmamış, yağmalanmamıştı. Öyleki Latin işgali bitip Bizans yeniden özgürlüğüne kavuştuktan sonra bile bir daha asla o eski zengin, şaşaalı günlerine dönemedi. 1261 yılına kadar devam eden Latin işgali İstanbul halkının hafızasından asla silinmedi. Konstantinopol’de Papalığa ve Katolik batı dünyasına duyulan nefret katlanarak büyüdü.

200 yıl arayla gerçekleşen bu iki dramatik olaydan yine yaklaşık 200 yıl sonra, 1453 yılında şehri kuşatan Sultan II. Mehmet’in şehri almasını kolaylaştıran en önemli etmenler arasında Katolik ve Ortodokslar arasında var olan bu nefret havasının olduğu söylenebilir.

Sultan Mehmet’in şehri almak için hazırlık yaptığını anlayan Bizans İmparatoru Konstantin’in 1452 yılından başlayarak Batıya gönderdiği elçiler aracığıyla yaptığı yardım çağrılarına, aralarındaki husumet nedeniyle katolik Batı dünyasının kulaklarını tıkaması, papalığın yardım koşulu olarak kendi otoritesinin tanınmasını istemesi, en sonunda imparator Konstantin’in batıdan yardım koparabilmek için Ayasofya’da “kiliselerin birleştirilmesi“ anlaşmasını imzalamaya razı olması, Katoliklerden nefret eden patrik Gennadius’un bu anlaşmayla imparator’un ruhunu şeytana sattığını söyleyerek halkı Türklere karşı imparator’un yanında savaşmamaya çağırması, hatta Bizans’ın imparatordan sonraki en önemli 2. Adamı, Başbakan Lukas Notaras’ın, içeride anlaşma töreni yapılırken, Ayasofya’nın önünde bir taşın üstüne çıkarak “şehrimizde Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diye özetlenen sözleriyle muhalif bir tavır sergilemesi ve imparatoru yalnız bırakması, kuşatma öncesinde ve sırasında şehirdeki genel havanın ne olduğuna dair genel bir fikir verebilir.

Kuşatma öncesinde Bizans’ta ekonomik durumun da berbat olduğunu söylemek gerekiyor. II.Mehmet İstanbul’u kuşattığında Bizans o eski görkemli günlerinden çok uzaklaşmış, neredeyse İstanbul ve yakınındaki birkaç ada hariç bütün topraklarını kaybetmiş, hazine tam takır durumdaydı.

Yoksul Bizans halkı, bir yandan geniş topraklara sahip aristokratların, bir yandan da koyu Ortodoks halkın dini duygularını alabildiğine sömüren kilisenin cenderesi altında iki yakasını bir araya getirip yaşamaya çalışıyor, kilisenin asalak ve sahtekar papazları, bağış adı altında halkın elindekileri tırtıklıyordu. Elinde az buçuk bir toprağı olan bir köylüyü kiliseye çağırıp ona önce güler yüzle övgüler düzdükten ve Meryem Ana’nın onu ne kadar sevdiğini belirttikten sonra “dün gece Meryem Ana’mızı rüyamda gördüm. Bana senin toprağını kiliseye bağışlamanın doğru olacağını söyledi.” diyerek köylünün elindeki toprağı almak sık yaşanan olaylardandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder