26 Ocak 2015 Pazartesi

Fetih masalları ve gerçekler-12

Osmanlı savaş divanı son kez 27 Mayıs 1453 günü akşamüzeri, San Romano Kapısının yaklaşık 500 metre ilerisindeki küçük bir tepeciğin üzerinde kurulu bulunan Fatih’in büyük, kırmızı renkli çadırında toplandı. Osmanlı’nın kendi tarihi boyunca yaptığı en önemli toplantılardan biri kanımca buydu. Osmanlı Devletinin, Bizans’ın, Konstantinopol’ün ve hatta kısmen Avrupa’nın geleceğinin nasıl şekilleneceğini belirleyecek olan hayati kararın alınacağı toplantı, “tamam mı devam mı?”nın ötesinde iki sınıf arasındaki mücadelenin sonucunu da tayin eden toplantı oldu.

Burada taraflar son kozlarını paylaştılar. Osmanlı yerli feodal aristokrasisinin ve neredeyse Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri devlete hizmet veren Çandarlı ailesinin temsilcisi, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Fatih’in ve Zaganos Partisi üyelerinin nefret dolu bakışları altında yaptığı uzun konuşmada bütün gücüyle fethe ve kuşatmaya karşı çıktı ve onbinlerce ölü verildiğini, ancak surların aşılamadığını, imparatorun ağır bir vergiye bağlanarak kuşatmanın kaldırılmasını, aksi takdirde bütün Haçlı ordusu ve Avrupa donanmasının üstlerine geleceğini söyledi. Bunca insan kaybı, bunca yıkımdan sonra yeni bir Haçlı saldırısını göze almanın maceracılık olacağını ve bunun da devletin sonunu getireceğini söyledi. Divandaki Çandarlı Halil Partisine bağlı paşalar bu görüşü desteklediler.

Çandarlı gergindi. Çünkü artık sadece çıkarlarını savunduğu sınıf adına değil, olayların geldiği bu noktadan sonra kendi hayatı için de konuştuğunun farkındaydı. Eğer Mehmet başarılı olur da şehri alırsa kellesinin gideceğini muhtemelen anlamıştı. Mehmet onu öldürmeyi kafasına koymamış olsa bile, onun beraber hareket ettiği hizip başları ona bunu yaptırtacaklardı nasıl olsa. Konstantinopol’ün fethi, şimdiye kadar yaptıkları fetihlerin hiç birine benzemeyecek, yeniçerileri 3 gün süreyle ganimete ve zenginliklere boğmuş ve kendisini Diyar-ı Rum’un da imparatoru ilan etmiş bir “Kayzer(Sezar) Mehmet”in kendisini öldürtmesi, artık kendisini seven yeniçerlerin de umurunda olmayacaktı.

Bu konuşmaya karşılık, Fatih’in de sırtını dayadığı Hıristiyan kökenli yönetici fraksiyonun lideri ve savaşçı hizbin başı Zaganos(Grek kökenliydi) yaptığı konuşmada bütün gücüyle fetihten ve kuşatmanın devamından yana tavır koydu. Avrupa politik dünyası konusunda uzman denilecek düzeyde bilgi sahibi olduğu anlaşılan Zaganos, Hıristiyan hükümdarların, aralarındaki çatışmaları aşarak Osmanlı’ya karşı birleşmelerinin kısa dönemde olanaksız olduğunu, 50 gündür yapılan top atışlarıyla surların harabeye çevrildiğini, düşmanın savunma gücünün en alt düzeye indirildiğini ve Konstantinopol’ün ya şimdi alınacağını ya da bir daha hiçbir zaman alınamayacağını söyleyerek Çandarlı’yı korkaklıkla suçladı ve onun hain olduğunu ima eden sözler sarfetti.(bazı kaynaklar Çandarlı’nın bu sözler üzerine, bir padişahın önünde yapılması hayal dahi edilemeyecek bir şey yaptığını ve “sen kime korkak dersin bre!” diyerek Zaganos’un üzerine yürümeye kalktığını söylerse de bunun şimdilik bir spekülasyon olduğunu belirtelim)

Zaganos’un yaklaşımı Akşemsettin ve Molla Gürani tarafından da dini gerekçelerle desteklendi.

Tıpkı Çandarlı gibi Mehmet de, yaşanan bunca olaydan ve gelinen bu noktadan sonra konunun artık sadece, beraber hareket ettiği hizbin çıkarlarıyla değil, kendi padişahlık konumu, hatta hayatıyla ilgili olduğunun farkındaydı. “Kuşatmayı kaldırıyoruz. Geri dönüyoruz” diyecek bir Mehmet’in artık zerre kadar prestiji kalmayacak, zaten kendisinden çok Çandarlı’nın sözüne kulak vermeye eğilimli yeniçerilerin, üstelik bir de çekilen bunca çileye rağmen herhangi bir ganimet elde edememiş yeniçerilerin karşısında son derece zayıf bir duruma düşecekti. Böyle bir durumda daha Edirne’ye bile dönmeden, Çandarlı’nın, bir işaretiyle yeniçerileri kendisine karşı ayaklandırması, tahttan indirmesi, hatta öldürtmesi bile mümkün olacaktı.

Özetle söylersek her iki taraf ta birbirine "rest" dedi. Savaş kazanılırsa bu Çandarlı hizbinin, kaybedilirse Zaganos hizbinin sonu olacaktı. Aslında divanda haklı taraf yoktu. Feodallerle asalaklar sınıfının mücadelesiydi yaşanan.Tam bu noktada İstanbul’un alınmasının bugün yaşayan bizlere pahalıya mal olduğunu, artık fetih, sefer gibi şeylerle değil de üretimle ilgilenilmesini savunan feodaller sınıfının kesin ve kalıcı bir yenilgisiyle ve devletten tasfiyesiyle sonuçlanmasının ve asalaklar sınıfının da yüzyıllar boyu sürecek egemenliğini başlatmasının bizim bugünkü geri kalmışlığımızda önemli bir payı olduğunu söylemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Eğer mücadeleyi Çandarlı Partisi kazansaydı İstanbul bugün bizim olmayacaktı belki ama bu kayıp, üretime ve bunun doğal sonucu olarak teknolojik gelişmelere odaklanmak zorunda kalacak bir feodaller aristokrasisi, daha sonra kendi bağrından kapitalist toplumun çok daha erken çağlarda filizlenmesine olanak verebilecekti.

Fatih ağırlığını, her zamanki gibi, hıristiyan kökenli bürokratlardan yana koydu ve divandan bir an önce bu işin bitirilmesi ve genel taarruza geçilmesi kararı çıktı. Şehir alınana kadar Macar elçileri alıkonulacak, yolda olduğu iddia edilen yardım donanması gelmeden şehir ele geçirilecekti. Fatih askeri şevke getirmek için de şehrin kendisi ve resmi binalar hariç her şeyi askerlerin hakkı ilan etti ve 3 gün boyunca askere yağma serbestisi tanıdı.

Fatih’in genel ve nihai saldırı için temel taktiği, Bizanslıları sürekli savaş durumunda tutmak, yormak, bitap düşürmek ve sonunda savaşamaz hale getirmekti. Uzun süredir devam eden kuşatma sırasında Bizans’lıların sayısının çok az olduğunu anlamışlardı. Aynı Bizanslı askerler dili bir karış dışarıda, yarı aç ve yorgun bir şekilde bir burçtan diğerine koşturuyor, azıcık zaman bulurlarsa surların üzerinde uyumaya çalışıyorlardı.

Ancak düşmanı sürekli savaş durumunda tutmak ve sonunda artık savaşamaz hale getirmek demek onbinlerce kişinin sürekli kale duvarlarına tırmanmaya zorlanması demek olacak, yine bu da onbinlerce kişinin kırılmasına razı olunması demek olacaktı. Bunun ne Fatih ne de fetihçi fraksiyon için zerre kadar önemi yoktu. Nasıl olsa sayısal olarak asker sorunları yoktu.

Mehmet genel taarruz öncesi tüm komutanlara bir konuşma yaparak her türlü mal ve ganimetlerin onlara, sadece arazi ve resmi binaların kendisine ait olacağını belirtti. Ancak daha sonra çok önemli olan şu uyarıda bulunmayı ihmal etmedi: “Kaleye ilk çıkacak olan kahramanlara tımar ihsan edilecek, kaçmaya kalkanlarınsa derhal boyunları vurulacaktır.”

28 mayıs günü pek savaş olmadı. Osmanlı askerleri günü genel taarruza hazırlanmak için binlerce merdiven ve hasır yapmakla ve diğer hazırlıklarla geçirdi. Tellallar davullarıyla karargahın içinde dolaşarak sultanın emirlerini duyuruyordu. Gece her çadırın önünde iki ateş yakılacak ve bu ateşler öylesine büyük olacaktı ki verdikleri ışıkla ortalık gündüz gibi aydınlanacaktı.

Gece oldu. Ateş çemberi kamptan başlayıp tüm ufku kaplayacak şekilde Galata’nın gerisindeki tepelere ve boğazın öte yanındaki Asya kıyılarına yayıldı. Burçlardaki Bizanslı askerler bu manzarayı korku ve şaşkınlıkla izliyordu. Ortalık o kadar aydınlıktı ki çadırlar tek tek sayılabilirdi. Bu muazzam ışık seline bir süre sonra davullar, ziller, nakkareler ve borularla yapılan coşturucu ve cehennemi bir ritm eşlik etti. Daha sonra da bütün bir karargahtan yükselen “la ilahe illallah” sesleri. Bu sesler yükseldi, yükseldi ve sonunda öyle bir hale geldi ki duyanlar adeta göğün yarıldığını sandı. Osmanlı kampında nihai hücuma kendini adamanın yarattığı olağanüstü heyecan yaşanıyordu.

Ne olup bittiğini anlamak için surlara koşturan insanlar önce Osmanlı karargahında yangın çıktığını sanıp sevindi. Ancak uçsuz bucaksız tarlalarda, vadilerde görülen bu ışık ormanının, Türklerin zaferlerini şimdiden kutlamaya başladıkları anlamına geldiğini anlamaları uzun sürmedi. Bu dinsel ateşlilik gösterisini hayret ve korkuyla surlardan izleyen insanlar kıyamet gününün geldiğini anladılar. Hayret ve korku yerini paniğe bıraktı. Bakire’ye hararetli yakarışlar gönderildi.

Sultanın ordusundaki Hıristiyan askerler, ucuna, başlamak üzere olan genel saldırının haberini veren mektuplar iliştirilmiş oklarını karanlıkta burçların üstünden şehrin içine attılar.

Sonra gece yarısına doğru birden bütün ışıklar söndü ve sesler kesildi. Türk karargahının üzerine derin bir sessizlik ve koyu bir karanlık çöktü.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder