26 Ocak 2015 Pazartesi

Fetih masalları ve gerçekler-10

Osmanlı gemilerini Haliç'te gören Bizanslılar büyük bir paniğe kapıldılar. İmparator derhal yöneticilerini topladı ve Bizanslılar bu konuda ne yapılabileceğini tartışmaya koyuldular. Bazı komutanlar bir gece baskınıyla Türk donanmasının yakılmasını önerdi ve bu öneri kabul edildi. Bu iş için başta Trabzon’lu usta denizci Giacomo Coco olmak üzere en cesur kişiler gönüllü oldu. Baskın tarihi belirlendi. Ancak baskının yapılacağı tarih bir nedenle bir kaç gün ertelendi. Bu erteleme kararı yöneticiler arasında huzursuzluğa yol açtı. Çünkü Pera'da oturan Ceneviz'lilere güvenmeyen bazı soylular, son derece gizli tutmaya çalıştıkları operasyon hazırlığı bilgisinin bazı Cenevizliler tarafından Türklere sızdırılacağından korkuyorlardı.

Korkulan başa geldi ve baskın bilgisi ve tarihi Türk tarafına sızdırıldı. Türk tarafı baskından haberi yokmuş gibi davrandı. Baskın günü gelip çattı ve gecenin koyu karanlığında Bizans donanmasına bağlı, içi genç Bizanslı savaşçılarla dolu gemiler Haliç'in güney yakasından sessizce demir alarak Haliç'te beklemekte olan Türk gemilerine yavaşça ve görünmeden yaklaşmaya başladılar. Plana göre içi pamuk balyalarıyla dolu gemiler Türkler uykudayken ansızın Türk gemilerine bordalayacak, Bizanslılar pamuk balyalarını ateşe vererek ordan uzaklaşacak ve Osmanlı donanmasını ateşe vereceklerdi. Yolun yarısına kadar Türk gemilerinde herhangi bir hareket görülmedi. Ancak iyice yaklaştıkları sırada bir Türk gemisinden açılan ateş Bizanslı askerlerin bulunduğu bir tekne(gemi)yi tam ortadan ikiye böldü. Kısa süren bir savaş oldu ve Bizans tekneleri batırıldı.

Bizanslı askerler suya atlayarak canlarını kurtarmaya koyuldular. Ancak karanlığın ve kargaşanın içinde Türklerin bulunduğu tarafa doğru yüzdüler ve karaya çıkarak Türklere esir düştüler.

Fatih ertesi gün surların önünde sıra sıra kazıklar hazırlattı. Konstantinopol’lüler yapılan hazırlıkları dehşetle izlediler. Sağ kalıp esir düşen bu Bizanslı askerler, İstanbul halkının gözleri önünde törenle kazığa geçirilirken bir çok kişi ağlıyor, durumu kaldıramayanlar kusuyordu.(Nicolo Barbaro ve Bizans kaynakları ölenlerin isimlerinin listesini bile yayınlamıştır.) Amaç imparatora ve Bizanslı yöneticilere göz dağı vermek, teslim olmazlarsa sonlarının ne olacağını göstermekti.

28 Nisan günü öğleden sonra tüm surlardan görülebilen kazığa geçirilmiş İtalyan cesetleri gerçekten de Fatih’in beklediği etkiyi yaptı. Şehirde bu cesur, idealist gönüllüler için inanılmaz gözyaşı döküldü. Burada kişisel bir fikrimi belirtmeden geçemeyeceğim. Osmanlı’nın ele geçirdiği esirleri bu kadar kolayca, hiç düşünmeden, vahşice öldürmesi, bu olaylar bundan 561 yıl önce cereyan ediyor olsa bile, yani insanlığın çok daha ilkel dönemlerinde geçiyor olsa bile, yani o dönem için bile biraz fazla vahşi kalıyordu. Ancak Türklerin bu kazığa geçirme yöntemini Balkan Hıristiyanlarından öğrendiğini öğreniyoruz.

Ancak üzüntü kısa sürede öfkeye dönüştü. Kuşatmanın başlangıcından beri şehirde 260 tane Türk tutsağı vardı. Bazı Venedikli ve Cenevizli komutanlar imparatora filan haber vermeden esir Türkleri almaya gittiler, surların üzerine çıkardılar ve Türk ordusunun gözü önünde hepsini astılar. Bazıları bunu imparatorun emriyle yapıldığını söylüyorsa da ben bu eylemin daha çok öfkeden gözü dönen ve arkadaşlarının intikamını almak isteyen Venedikli ve Cenevizli askerlerin, imparatorun emrini filan beklemeden yaptığını, imparatorun da, elinin mahkum olduğu bu adamlara ses çıkarmadığını sanıyorum.

Savaş uzadıkça Bizans donanmasını oluşturan farklı milliyetlere mensup birlikler arasında zaten var olan gerginlik artmaya başladı. İmparator Konstantin, Rumlarla İtalyanlar, geleneksel düşmanlar olan Venediklilerle Cenevizliler ve bütün Katoliklerden nefret eden Lukas Notaras’la Justiniani arasında zaman zaman yaşanan bu gerginlikleri yatıştırmaya, bir burçtan diğerine seğirterek herkesi motive etmeye çalışıyordu.

Mayıs ayı geldiğinde şehirde açlık, kıtlık ve karaborsa baş göstermeye başladı. Bizanslı nöbetçiler yiyecek aramak için giderek daha sık nöbet yerlerini terk etmeye başladılar.

Bu arada Osmanlı’nın, daha doğrusu Fatih’in bu savaşta uyguladığı bir taktiğe de değinmekte yarar var. Osmanlı ordusunda yaklaşık 30.000 cıvarında hıristiyan asker vardı. Ancak bunlar savaşa kendi istekleriyle gelmiş değillerdi. Bu insanlar İstanbul'dan önce Fatih'in babası 2. Murat tarafından fethedilmiş Avrupa topraklarından zor kullanılarak getirilmiş gençlerdi. Bir kısmı asker bile değildi. İstanbul kuşatmasında bu "askerler" uzun süre yıpratma savaşında kullanıldılar. Şöyle ki: Fatih kuşatmayı başlattığında öncelikle bu hıristiyan askerler öne sürüldüler. Karşı ateş, kızgın yağ ve oklar üzerlerine yağdığında gerisin geri kaçtılar. Ancak kendilerini gerilerde yeniçeri çavuşları bekliyordu. Bu ilk halkayı oluşturan yeniçeri çavuşlarının görevi, kaçanları kırbaç ve topuzlarıyla geri döndürmek ve savaşmaya zorlamaktı. Bu ilk halkadan kurtulmayı başarıp geriye kaçmaya devam edenleri ise daha kötü bir akibet bekliyordu. Daha gerideki 2. halka yeniçeri çavuşları, ilk halkayı yarıp kaçmayı başaranların kellelerini uçuruyordu.

Böylece geriye kaçsa kellesi uçurulacak, ileriye gitse kızgın yağların ve okların altında kalacak olan bu zavallılar, bir süre sonra deney hayvanlarının gösterdiği "öğrenilmiş korku refleksi"ni sergileyerek, yine de en iyisinin savaşmak olduğuna kanaat getirdiler. Ne de olsa bu seçenekte az da olsa yaşama ihtimali vardı. Fatih bu şekilde bunları haftalar boyu kullanıp yıpratma savaşı uygulayarak hem düşmanın savaşma kabiliyeti hakkında fikir sahibi oldu, hem de düşmanı yordu. Uzun bir süre yeniçerilere ve profesyonel askerlere fazla iş düşmedi.

Surların yeterince hırpalandığını düşünen Fatih 6 Mayıs gece yarısı 30.000 kişilik bir kuvvetle Lycus ırmağı(Bayrampaşa Deresi) üzerindeki surlara baskın bir saldırı gerçekleştirdi. Ancak Rumların etkili savunmasıyla önemli kayıplar vererek geri püskürtüldü. Yine 2 günlük yoğun bir top ateşi. Ardından 12 Mayıs’ta bu kez 50.000 kişilik bir kuvvetle Harissos Kapısı ile Eğri Kapı arasında iyice yıkılmış olan surlara üçüncü kez genel bir saldırı düzenledi. Ancak bu saldırı da Justiniani’nin etkili komutasıyla Bizanslı askerlerce ağır kayıplar verdirilerek püskürtüldü.

Bu arada Osmanlı ordusu zaman zaman çok iyi tahkim edilmiş ve yüksekliği surların yüksekliğini aşan içi asker dolu kulelerle saldırılar düzenledi.

Bütün bu uzun direniş günleri boyunca Bizans’ın beklediği Venedik yardımı gelmedi. Mayıs ayının ortalarında Bizanslılar Türk kıyafeti giydirdikleri bir düzine gemiciyi küçük bir gemiye bindirerek, Osmanlı donanmasına hissettirmeden gece karanlığında Haliç’ten çıkarıp, geleceklerini umdukları Venedik gemilerini aramak ve onları karşılamak üzere Marmara ve Ege Denizine yolladılar. Ancak Ege’ye kadar giden gemiciler Venedik donanmasından hiç bir ize rastlamadı ve bir sadakat örneği göstererek İstanbul’a geri döndüler.(Hazır İstanbul’dan çıkmışken rahatça kaçabilirlerdi de)

Toplar surları aralıksız dövmeye devam ediyor, moraller düşüyor ve genel bir saldırının yaklaşmakta olduğu hissediliyordu. Venedik’ten gelmesi beklenen donanmadan herhangi bir haber yoktu. Ne yapılacağı konusunu müzakere etmek için komutanlar, önemli kişiler ve din adamlarından oluşan bir konsey toplandı. Burada üst düzey komutanlar, imparatoru şehirden ayrılması, Peleponnes’e gitmesi, güç toplaması ve saldırıya geçmesi için ikna etmeye çalıştılar. İmparator Konstantin, söylenenleri dinledikten sonra uzun bir sessizliğe gömüldü. Daha sonra gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı. Nestor İskender’in aktardığına göre özetle şunları söyledi: Bu öğütleriniz için size şükran duyuyor ve teşekkür ediyorum. Ancak bunu nasıl yapar, şehrimizi, kilisemizi ve halkımızı nasıl bırakıp gidebilirim? Dünya benim için ne der? Yalvarırım söyleyin bana. Hayır dostlarım hayır. Burada kalıp sizinle birlikte öleceğim”. Bu konuşma diğer konsey üyelerini de göz yaşına boğdu.

Surların önündeki hendek bir uçtan bir uca, kaldırılmadığı için feci şekilde kokan onbinlerce insan cesediyle doluydu. Günler bombardıman, saldırı, onarım gibi bir rutine dönüşmeye başladı. Hem askerler, hem de siviller dövüşmekten, duvar onarmaktan, ceset gömmekten bitkin düşmüş, usanmıştı. Aklı günah kavramı ve olguların dinsel açıklamalarıyla meşgul olan Konstantinopolis’liler kiliselere ve ikonaların mucize yaratan gücüne daha fazla yöneldiler. Kendi manastırına çekilmiş, etrafa lanet okuyan, kiliselerin birleştirilmesi anlaşmasını imzaladığı için “ruhunu şeytana satmış imparatorun” yanında savaşılamayacağını açık açık vazeden papaz Gennadius’un “Siz silahlarınıza mı yoksa Tanrı’nın gücüne mi güveniyorsunuz budalalar! Bırakın Türkler şehre girsin. En fazla Forum Konstantin’e kadar gelebilirler.(Bugünkü Çemberlitaş) Orada gökten bir melek zuhur edecek ve Türkleri geldikleri Asya içlerine kadar kovalayacak. Gidin Tanrı’ya dua edin” şeklindeki vaazlarına inanan, daha doğrusu inanmak isteyen insanların en sık yaptığı şey dua etmekti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder