15 Eylül 2020 Salı

 ENTELEKTÜEL SAHTEKARLIK VE ZEHİRLENEN SOL ÜZERİNE


Sivas katliamının olduğu günlerde liberaller ve Kürt milliyetçi hareketinin yayın organı Özgür Gündem'de yazan kimi yazarlar alevilere "ayaklarınız suya erdi mi? "şeklinde sorular sormuş, "Sünni/Hanefi Türk devletinin zavallı alevileri hep katlettiğini, ama celladına aşık alevilerin hala Atatürkçü takılıp CHP'ye oy vermeye devam ettiğini ima eden yazılar yazmıştı. O zamanlar sol liberalizm konusunda antenlerim henüz pek açık değildi ve doğrusu kafam biraz karışmıştı. Sivas'ta yaşanan bu katliama bu şekilde yaklaşmak hiç aklıma gelmemişti. Bu yazıları yazanlar aynı zamanda, Sünni/Hanefi Türk devletinin, 1938'de Dersim'de alevi ve Kürt halkını katlettiğini, devletin karakterinde değişen bir şey olmadığını söylüyordu.

Aradan uzun yıllar geçti ve liberal, feminist ve Kürt milliyetçi Hareketinin söylemleri konusunda epey bilgilendik. Sağ ve sol kavramlarının yeniden tanımlanması gerekiyordu. Kemalizmden kopuşmak gerekiyordu. Ülkenin en önemli sorunu Kürt sorunuydu. Hemen arkasından erkek egemen toplum ve alevi sorunu gibi sorunlar geliyordu. Sınıf mücadelesi, emek/sermaye çelişkisi şeyler sonranın işiydi.

Aradan yine yıllar geçti ve bundan bir kaç yıl önce Özgecan Aslan adında bir kızın, tecavüz edilerek öldürüldüğünü duyduk. Olay doğal olarak kamuoyunda büyük tepki yarattı ve olay üzerine sosyal medyada günlerce çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Hürrem Sönmez adındaki "entelektüel kadın" yazarımız, Diken'de erkek egemen dünyayı ve kültürü suçlayan ve sonuç itibariye "siz erkekler zaten böylesiniz" anlamına gelen bir yazı yazdı. Yazı çok beğenildi ve sosyal medyada yüzlerce kişi tarafından paylaşıldı.

Hımmm..biz erkekler kötüydük. Üstelik bir de hem Türk, hem de sünniydik. Solcu da olsak hepimizin içinde gizli bir Kürt düşmanlığı ve kadını aşağılayan bir yan vardı. Bugüne kadar sol ve solculuk hakkında bütün bildiklerimizi unutmalıydık.

Konvansiyonel sağ ve sol kavramlarırıı geminin küpeştesinden atarak "gerçek ilericilerin" arasına katılınca epey bir rahatladık. Artık sınıf, emek sermaye çelişkisi gibi "eskimiş" kavramlarla konuşmamaya başladık. "Yeni"nin yanında yer almak hepimize iyi geldi.

Artık, Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu'nunTV ekranında Pelin Batu'ya yaptığını, sağcı, hatta faşist iki kişinin daha solda bir yerde duran birine yaptığı bir zorbalık ve ahlaksızlık olarak değil,
"erkek egemen kültürün bir başka yansıması" olarak okumaya, Musa Orhan adındaki faşist uzman çavuşun, bir kıza defalarca tecavüz edip onu intihara sürüklemesini, Sakarya'da, kimbilir hangi patronun kışkırttığı bir grup faşist lümpenin Kürt tarım işçilerine saldırısını Türklerin Kürtlere ırkçı saldırısı olarak okumaya başladık. Faşist propagandayla beyni yıkanmış bir kızın, arkasına kurt resmi, üç hilal filan koyarak oynayan ve tecavüzcü uzman çavuşu, Sakarya'daki Kürt işçilere saldıran faşistleri överek "koyduk mu" diye şarkı söylediği videoyu, Türklerin yüzde sekseni böyledir zaten" diye değerlendirmeye başladık.

Yalnız bu pseudo-sol çizgide tuhaf olan bir şeyler vardı. İnsanın içine batan bir şey, beyninin bir yerinde "doğru söylemediğini sen de biliyorsun değil mi?" diyen bir ses.

Sanırım en tehlikeli yalan, içinde doğrular barındıran yalandır. Sahtekarın en tehlikelisi de sahtekarın entelektüel olanıdır. Sadede gelelim.

Gelenekçilik her zaman eski, geri ve yanlış olanı temsil etmez. Bazen "yeni" olan "yanlış olan" olabilir. Eğer siz geleneksel sağ ve sol kavramlarının eskidiğini, artık yeni bir dille konuşmak gerektiğini söyleyenlere inanırsanız olan biten her şeyi yanlış yerden okumaya başlarsınız. Öyle bir akıl tutulmasına uğrarsınız ki, Işıl Özgentürk'ün, doğrusu benim de çok beğenmediğim yazısının üzerinde "Kürtlere hakaret etti" diye tepinmeye başlarsınız. Benzer bir yazıyı örneğin İsmail Beşikçi yazsa "adam ne güzel yazmış ya" diye över, Abdullah Öcalan'ın bundan yıllar önce Kürtlere ve Kürt kadınlarına yönelik, neredeyse hakarete varan sözlerini "Adam kendi halkını bile sert sözlerle eleştirmiş. Bu da onun ne kadar objektif olduğunu gösteriyor" diye cambazlık yapmaya başlarsınız.

Geleneksel sağ ve sol kavramlarıın bittiğini söyleyenlere göre, ortada sağ ile solun, ilericilikle gericiliğin, aydınlıkla karanlığın, emek ile sermayenin çatışması yoktur. Kadınlar ve erkekler vardır. Türkler ve Kürtler vardır. Aleviler ve sünniler vardır.

Liberal ve post modern akıl yürütme biçiminin bir solcuyu getirip bırakacağı son istasyon burasıdır.

Gerçekten bu istasyonda inmek istediğinize emin misiniz?

1 Eylül 2019 Pazar

ATATÜRK MÜSLÜMAN DEĞİLDİ

Atatürk deist miydi ateist miydi tam olarak bilmiyoruz. Ama ateizme daha yakın olduğunu düşünmemize neden olacak yazıları ve konuşmaları var elimizde. Bir insanın düşüncelerini iyi anlayabilmek için sadece onun söylediği cümlelere değil, o cümlelerin yönelimlerine de bakmak gerekir. Atatürk’ün yönelimi ise, önce islam karşıtlığı, daha sonra bütün dinlere karşıtlık, daha sonra da doğanın Tanrı karşısındaki üstünlüğüdür. Ama biz deist miydi yoksa ateist miydi tartışmasını şimdilik bir tarafa bırakalım. Kesin olarak bildiğimiz bir şey var ki o da Atatürk’ün müslüman olmadığıdır.

Bunun için Atatürk’ün çeşitli zamanlarda söyledikleri ve yazdıklarını öztürkçeleştirerek aktarmakta yarar var.

"Türkler Arapların dinini kabul etmeden önce büyük bir ulustu. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din Arapların (..) Türklerle birleşip bir ulus oluşturmalarını sağlamadı. Tersine türk ulusunun iç bağlarını gevşetti, milli hislerini, ulusal heyecanını uyuşturdu. (..)..." (Mustafa Kemal'in yazdığı Afet inan imzasıyla çıkan Medeni Bilgiler kitabı 1931)

İslamdan Arapların dini diye sözeden Mustafa Kemal’in Kazım Karabekir’e söylediği şu sözlerse Atatürk’ün islam’a bakışını özetler niteliktedir:

“Evet Karabekir, Arapoğlu’nun(peygamberi kastediyor) yavelerini(yalanlarını)Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler..”
(Atatürk -Kazım Karabekir-Paşaların Kavgası Syf,159 )


"Muhammed uzun bir devirdeki düşüncelerinin ürünü olan ayetleri gereksinimleri göz önüne alarak anlatıyordu."(Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Tarih kitabı)

İslâm'a göre Kuran ayetleri Allah tarafından insanlığa gönderilmiştir. Atatürk'e göre öyle olmamıştır. Muhammed tarafından tefekkür edilerek(üzerinde düşünülerek) toplumun ihtiyaçları gözönüne alınarak uydurulmuştur. Bu arada bir müslüman, peygamberden söz ederken her zaman “Hz. Muhammed” ifadesini kullanır. Atatürk’se bütün konuşma ve yazılarında ondan düpedüz “Muhammed” diye söz eder.

Bizim ilkelerimiz,, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.'' (Kaynak:Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri / Cilt 1 / Syf. 389)

Burada Atatürk “gökten indiği sanılan” ifadesiyle açıkça Kuran ve diğer din kitaplarının insane uydurması olduğunu söylemek istiyor.


''Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum” (Kaynak: Andrew Mango, Atatürk Syf.447 )

"Muhammed'in koyduğu ilkelerin toplu olduğu kitaba Kur'an denir. İslam inancında bu ayetlerin Muhammed'e Cebrail adında bir melek aracılığıyla Allah tarafından vahiy yoluyla geldiği kabul edilir. Muhammed birdenbire Allah'ın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin çok ilkel ve islah edilmeye muhtaç olduğunu anlamış, bunları islah için de tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca sonra da kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur."(Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Tarih kitabı)

" .....hırkasıdır diye bir palaspareyi hilafet alameti ve ayrıcalığı olarak altın sandıklara koydular, doğuya, batıya, kuzeye, güneye, her tarafa saldıra saldıra Türk ulusunu Allah için, peygamber için, topraklarını, çıkarlarını benliğini unutturacak ve yazgıya boyun eğer şekilde derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular."

Palaspare, pis, yırtık pırtık bir kumaş parçası demektir.Burada Atatürk, müslümanları kutsal hırka olarak bildiği şeylerden açıkça palaspare diye sözediyor. Dahası burada Atatürk’ün düşüncelerinde derin bir anti osmanlıcılığın yattığını da görüyoruz. Bu da hem Atatürk’çüyüm diyip, hem de Osmanlıyı savunanlara bir duyuru olsun.

Atatürk'e göre dinlerin doğuş sebebi, ilkel insanların doğa olaylarından korkarak, bu korkunun zamanla ata korkusu, en sonunda da Tanrı korkusuna dönüşmesidir. Bundan hareketle de çeşitli yasaklar ve hurafeler üzerine kurulu gelenekler yaratılmıştır.(Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Medeni Bilgiler kitabı)

Kuran'da Kabe'nin kuruluşu ve yapılışı ile ilgili bilgilere Atatürk yorumu, “uydurulmuş masallar”dır.(Yine lise öğrencileri için yazılmış bir medeni bilgiler kitabundaydı ama kaynak adını bulamadım)


"Medineniler ile Mekkeliler arasında derin bir düşmanlık ta vardı. Muhammed te Mekke'den kalkıp Medine'ye kaçtı. Buna Hicret denildi.( Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Tarih kitabı)

Burada Atatürk Muhammed’in Mekke’den Medine’ye kaçtığını, bu olaydaki kaçış durumunun utandırıcılığını örtbas etmek için de bu eyleme “hicret” adının verildiğini söylüyor. İslâm'a inanan hiçbir müslüman, Hicret hakkında "Mekke'den kalkıp Medine'ye kaçtı" demez.

"Din dediği şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizli amaçlara kör bağlılıktan başka birşey değildir. Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, ulusların cehaletleri nedeniyle, hiç utanmadan(kendilerinin) Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından kurulmuştur. Tüm dönemlerde toplumun kutsallaştırdığı boş düşüncelerden tehlikesizce sıyrılmak olanaksızdır.” (Kaynak: ATATÜRK, 1931, Lise için yazdığı Medeni Bilgiler kitabı)

Burada Atatürk peygamberin(ve bütün peygamberlerin) halkların cehaletini kullanarak, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar olduğunu söylüyor.

İslam ve din eleştirisinden yola çıkan Atatürk’ün daha sonraki yıllarda ateizmin sularında yüzmeye başladığını görüyoruz.

“İnsanlar, kurtcuklar gibi sulardan çıktılar ilk önce... İlk ceddimiz balıktır. İşler daha ilerledikçe o insanlar, primat zümresinden türediler. Biz maymunlarız; düşüncelerimiz insandır.” (Ruşen Eşref Ünaydın Atatürk T. ve D.K.H)

Atatürk’ün bu saptaması bazı yanlışlıklar içerse de, bilimsel gerçeklere oldukça yaklaşmaya başladığını, Tanrıyı değil, doğayı öne çıkarmaya başladığını görüyoruz.

“Yaşam, her hangi bir doğa dışı etkenin(Tanrıyı kastediyor) müdahalesinin değil, dünya üzerinde doğal ve zorunlu kimyasal ve fiziksel olayların sonucudur.” (Afet İnan Atatürk Hakkında 1930)

Burada Atatürk açık açık “dünyayı Tanrı yaratmadı” diyor.

Atatürk’ün, yaşamı boyunca 2.900’den fazla kitap okuduğu söylenir. Bu rakam abartı mıdır bilmiyorum. Ancak Atatürk’ün bir kitap kurdu olduğunu biliyoruz. Biraz da Engels okusaydı iyi olurdu:)



6 Ağustos 2018 Pazartesi


Komünist olmayan sol, sosyal demokrat olmak zorunda mıdır?

Doğrudan yanıtlamak daha doğru olur. Hayır değildir. Hatta zinhar olmamalıdır. Bu, siyaseti tümüyle batı merkezci bir bakışla okumanın sonucu olarak içine düştüğümüz bir yanılgıdır. Çok güçlü, çok yaygın, ama tamamen yanlış bir düşüncedir. Ama keşke sadece bir yanılgı olarak kalsaydı. Büyük bir tuzaktır da. Yaklaşık 40-45 yıl önce, hepimizin içine düştüğü bir tuzak. Bize, ne kadar batılılaştığımızı hissettiren ve içine düşmekten adeta keyif aldığımız bir tuzak.

70’li yılların ortalarından başlayarak Türkiye’de “sosyal demokrasi” diye bir kavram ortalıkta dolaşmaya başladı. 80’li yıllarda da tamamen oturdu. Sosyalistler dahil herkes, siyasal yelpazeyi, şekli şemali Avrupa’da çizilmiş bir cetvele benzetti ve şöyle düşündü: Bu cetvelin ortasını merkez olarak tanımlarsak, cetvelin sağ tarafı, sağ ve aşırı sağ(aşırı milliyetçi, faşist ya da şeriatçı) olarak tanımlanabilir. Cetvelin merkezinin sol tarafına gelince. Orada da en solda komünistler(yani Marksist-Leninistler) yer alır. İşte bu en soldakilerle, yani  komünistlerle merkez arasında bir yerlerde bulunan sola da sosyal demokrat denir.

Batı merkezci bir bakışla yapılan ve ilk bakışta tamamen masumane görünen bu tasnife kimse itiraz etmedi. Hele 80 sonrasında CHP’nin mirasının sürdürücüleri bu tanımlamayı pek sevdiler. Partiye Avrupalı bir hava veriyordu. Dahası bu sıfat, özellikle Türkiye’de, sağcılara “bakın biz komünist değiliz ha, bize komünistlere davrandığınız gibi davranmayın” anlamında bir göndermede de bulunuyordu. “Solcu” yerine “sosyal demokrat” kavramı daha tehlikesiz, daha risksiz, daha Avrupai, daha masumane ve daha düzen içi kalıyordu. Öyle ya, solcu sözcüğünden, solculuğun nereye kadar uzandığı pek anlaşılmıyordu.

Komünistler de bu tasnifi sevdiler. Çünkü Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin hepsi düzen içi partilerdi ve CHP’nin sosyal demokrat olarak tanımlanması, düzen dışı olma onurunun sadece kendilerine ait olduğunun anlaşılmasını sağlıyordu.
Böylece bütün Türkiye solu korkunç bir tuzağın içine düştü. Hem de hem CHP’lilerin, hem de Marksistlerin aynı tuzağın içine balıklama atlamasıyla. Bu batıcıl tanımlama ve tasnif CHP’nin başına çöreklenmiş olanları epey rahatlattı. Halkçı, devrimci ve solcu bir parti olarak algılanmanın beraberinde getireceği sorumluluklardan kurtuldular. Sosyalistler de bu konuda onlara yardımcı oldular. Herhangi bir sohbette CHP’yi, “yapmadığı şeyler nedeniyle” eleştirenler, “canım CHP sosyal demokrat bir parti, onlardan çok şey beklememek lazım” veya ”CHP’den ne bekliyorsun ki? Onlar zaten sosyal demokrat” gibi eleştireni, eleştirdiğine pişman eden, hatta biraz da kendini cahil gibi hissettiren cevaplar aldılar.

Böylece Türkiye solcusu CHP’den fazla bir şey, daha doğrusu hiç bir şey beklenmemesi gerektiğini, “yüksek bilince” ulaşmaya çalışan diğer sosyalistlere “öğretmiş” oldu. CHP’nin, sadece yaptığı değil, yapmadığı ve bu nedenle her biri birer rezalet sayılması gereken eylemleri ve eylemsizlikleri, Marksist sol tarafından normal karşılanır oldu. Onlar zaten sosyal demokrattı ve onlardan bir şey beklenmezdi. Onlardan bir şey bekleyen solcu, yeterli sol bilince ulaşmamış olmakla nitelenme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Üstelik sosyal demokratların her konuda sergiledikleri bu çıldırtıcı sessizliği, Marksistlerin sosyal demokrasi hakkında söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu ortaya koyuyordu. Daha ne istesinlerdi.

Bu durumdan “sosyal demokratlar” da pek memnundu. Nasıl olsa onlar komünist değil, sosyal demokrattılar ve sağcı bir iktidar ne kadar gerici bir hamle yaparsa yapsın, ne kadar büyük bir rezalete imza atarsa atsın, ancak komünistlerin vermesi gerektiği zannedilen tepkiyi vermemiş oldukları için suçlanamazlardı. Bu tür tepkiler vermek “aşırı sol”un işiydi, onların değil. Giderek CHP’nin, her konuda, ama her konuda sergilediği sessiz, ılımlı, yumuşak tavrı, kendi tabanlarında da normal karşılanır oldu. Solda olduğu rivayet edilen bu “sosyal demokrat” partiden beklentilerin düzeyi o kadar düşürüldü ki, kimse Kılıçdaroğlu’nun ya da bir “sosyal demokrat” liderin, genel kurmay başkanının helikopterle cumhurbaşkanı adayı olacağı rivayet edilen birinin bahçesine inmesi, Tayyip Erdoğan’ın “ sandıklarda hakimiyeti ele geçirirsek işi başlamadan bitiririz” sözlerinin işitildiği videonun ortaya çıkması, milli güvenlik kurulu üyesi üst rütbeli bir subayın “atarız karşı tarafa(Suriye’ye) bir iki tane bomba, olur biter” şeklindeki sözlerinin ortalığa saçılması, bir mafya liderinin “oluk oluk kan akıtacağız” diye konuşması ve bunun gibi yüzlerce skandal karşısında ortalığı ayağa kaldırmamış olmasına öfkelenmedi. Herkes sosyal demokratların bu tavrı normalmiş gibi davrandı. Öfkelenilecekse sadece iktidara ve Erdoğan’a karşı öfkelenilmeliydi.

Artık bu saçmalığa bir son vermekte yarar var. İddiam şudur: Türkiye’de sosyal demokrat yoktur. Varsa da çoğu büyük şehirlerde yaşayan, tuzu kuru bir kaç bin kişiyi geçmez.Bu topraklarda sosyal demokrasi diye bir damar yoktur. Bu kavram tamamen yapay, ithal bir kavramdır ve bu ülkede hiç bir karşılığı yoktur. Sosyal demokrasi Türkiye’nin en, en, en marjinal siyasi akımıdır. O kadar marjinal, o kadar ihmal edilebilir bir gruptur ki, Malatya veya Gaziantepspor’un taraftarlarının toplam sayısı bile Türkiye’deki sosyal demokratların toplam sayısından kat kat fazladır.

CHP’ye oy verenlerin de %99’undan fazlası sosyal demokrat filan değildir. Solda bir yerlerde duran ve sol ucu açık bir çizgideki insanlardır. Avrupa’da sosyal demokrat bir partiye oy veren ortalama bir Avrupalıyla, Türkiye’de CHP’ye oy veren insanlar arasında uçurumlar kadar fark vardır. Örneğin sosyal demokrat bir partiye oy veren bir Avrupalı, kendi sol sınırını bilir. Marksist değildir, komünizme karşıdır. Türkiye’de CHP’ye oy veren insanlarsa sosyal demokrat saiklerle oy vermez. Bunların ezici çoğunluğu sol ucu açık insanlardır, düzen değişikliği isterler. Anti komünist değildirler.

Hal böyleyken, Türkiye’deki sosyalistler(Marksistler), solda asıl büyük çoğunluğu kendileri oluşturdukları halde(bence sayıları milyonlarla ifade edilebilir), sanki kendileri marjinalmiş de, solun çoğunluğunu sosyal demokratlar oluşturuyormuş gibi davranmayı ve “şimdi sosyalizmi istemenin sırası değil. Önce şu sosyal demokrasiyi iktidara getirelim”ciliği oynamayı seçti. Kendileri Türkiye solunun çok büyük bir çoğunluğunu oluşturdukları halde, kendilerini marjinal, sosyal demokratları ise çoğunluk zannederek, gerçekte varolmayan, varolsa bile bütün Türkiye’deki sayıları beş onbin kişiyi geçmeyen sosyal demokratlara, sol arsanın tapusunu altın bir tepside armağan ettiler. Geçen gün kendisiyle sohbet ettiğim bizim CHP’li bakkalın bana söylediği de bununla çakışıyordu: “Yazın gelmesi için once baharın gelmesi gerek”. Bu “ben de sosyalizmi istiyorum ama..” diye başlayan 45 yıllık saçmalığın devamından başka bir şey değildi kuşkusuz.  Yani, “sosyalizmi getirebilmemiz için önce sosyal demokrasiyi iktidara getirmemiz gerek” demek istiyordu. Bu yaklaşım yanlış olmaya yanlıştır. Ancak bu yaklaşımın, bizi daha çok ilgilendirmesi gereken olumlu bir yanı da var.  Avrupa’da sosyal demokrat bir partiye oy veren hiç kimse böyle bir laf etmez. Çünkü onlar bizim mahalle bakkalının gelmesini istediği “yaz”a karşıdırlar.

Komünist olmayan sola sosyal demokrat denmesi gerektiği şeklindeki batı-merkezci düşüncenin Türkiye soluna hakim olması, muazzam bir niceliğin CHP potasında eritilerek heba edilmesine neden oldu. Hem de tam 45 yıl boyunca.

Güney Amerika’daki komünist olmayan sol partilerin hemen hiç biri kendisini sosyal demokrat olarak tanımlamaz. Bolivarcı sol olarak nitelenen bu partiler genel olarak solcu, halkçı, devrimci olarak nitelenir. Oralarda, komünist olmayan sol partilere sosyal demokrat denmesi gerektiği gibi bir batılılaşma tuzağına düşülmemiştir. Geçen gün bir arkadaşım, Brezilya’ya yaptıkları bir seyahat sırasında, Brezilya İşçi Partisinin standında Marx’ın ve Lenin’in fotograflarını görüp şaşırdıklarını anlatıyordu. Komünist olmayan Brezilya İşçi Partisinin standında Marx’ın, Lenin’in fotograflarının ne işi olduğunu İşçi Partisinin temsilcisine sormuşlar. İşçi Partisi temsilcisi de bizimkilere, “siz nerelisiniz?” diye sormuş. Onlar da “Türkiye” cevabı verince, İşçi Partili temsilcisi gülerek “bizim buralarda işler Avrupa’daki gibi değildir” diye cevap vermiş. İşte tam da anlatmak istediğimiz şey budur. Bizim arkadaşlara bu soruyu sordurtan, komünist olmayan Brezilya İşçi Partisinin sosyal demokrat olması gerektiğini zannetmeleridir.

Tekrar Türkiye’ye dönelim. Bu topraklarda sosyal demokrasi diye bir damar yoktur dedik. Latin Amerika’daki komünist olmayan sol partiler nasıl kendilerini halkçı, devrimci(Bolivar’cı), solcu ve antiemperyalist olarak tanımlıyorlarsa, Türkiye’deki komünist olmayan sol partiler de bize özgü bir Bolivar’cı sol olmalıdır.

80’li ve 90’lı yıllarda CHP’nin içine “aşırı sol”un sızdığından şikayet edilirdi. Bence durum tam tersidir. Sosyal demokrasi CHP’nin içine sızmış ve partiyi ele geçirmiştir. CHP’yi eğer bir nehre benzetirsek, bu nehrin akması gereken doğal ve tarihsel yatak, solcu, halkçı, devrimci, antiemperyalist ve kamucu bir yataktır, emperyalist Avrupa ülkelerinin başat partilerinden olan ve dünya genelinde solla uzaktan yakından hiç bir ilgisi kalmamış olan sosyal demokrasi yatağı değil.

Artık birileri çıkıp bu sosyal demokrasi saçmalığına son verse iyi olur. Çünkü bu ülkede bu söylemin hiç bir ideolojik karşılığı yok.



2 Nisan 2017 Pazar

Şu bizim “Evet”çi “Alamancılar”

Başlık her ne kadar sadece Almanya’da yaşayan Türkleri kapsıyor gibi bir anlam taşıyorsa da bizim bunu geniş anlamda “Avrupa’da yaşayan Türkler” şeklinde anlamamızın bir sakıncası yok. Bu konuda, bu insanların sosyo-ekonomik, kültürel, psikolojik sorunları hakkında çok sayıda aydın tarafından sayısız makale, kitap vs. yazıldığını hepimiz biliyoruz. Onlarla, özellikle de oralara giden 1. Kuşak Türklerle ilgili üretilmiş ırkçı fıkraları da.
Türkiye’deki ilerici aydın insanların, sözkonusu Türklere yönelik ırkçı yaklaşımlara karşı geliştirdikleri refleks de doğal olarak o insanları anlamaya çalışmak, bu insanların hatırı sayılır bir bölümünün, bırakın Avrupa’yı, daha Türkiye’deyken bir büyük şehir bile görmeden, köylerinden çıkıp dosdoğru gelişmiş modern kapitalist bir ülkeye ışınlandığını, böylesi bir kültürel şoku-çoğunun eğitim düzeylerinin düşük olması nedeniyle-atlatmalarının kısa dönemde olanaksız olduğunu söylemek şeklinde oldu. Bu yaklaşıma benim de bir itirazım yok.
Ne var ki ilk kuşağın oralara gitmesinin üzerinden neredeyse 45 yıl, hatta yarım yüzyıl geçti. Artık bu insanların herhangi bir “kültürel şok” sorunları olduğunu pek sanmıyorum. Neyse efendim, derken 2. Kuşak doğdu. Sonra 3., hatta 4. Kuşak çıktı ortaya. Eh, bu insanlar da direkt Avrupalı bir yaşam biçiminin içine doğduklarına göre artık bir kültürel şoktan filan söz edemeyiz sanırım.
Türkiye’deki aydınların, örneğin Almanya’da doğmuş büyümüş 2. ve 3. Kuşak Türk çocuklarının, gymnasium’u bırakın “real şule”ye girmeye hak kazanma oranının Alman çocuklarıyla kıyaslandığında hala düşük oranlarda seyrediyor olmasını nasıl yorumladıklarını bilmiyorum. Konumuz da bu değil. Yalnız ben artık ciddi ciddi, ırkçılarla aynı pozisyona düşmekten kaçınmak adına, özellikle 1. Kuşak başta olmak üzere Avrupa’da yaşayan Türklerin önemli bir toplamına yöneltilmesi gereken eleştirileri yöneltmekten kaçınmanın bir tür halk dalkavukluğuna dönüştüğünü, kendilerine eleştiri yöneltilecek olan bu insanlardan, daha doğrusu bu insanlar adına konuşacak “aydınlardan” gelecek tepkilerden korunmak için kolaycılığa kaçıldığını düşünmeye başladım.
Geçen seneydi galiba. Tam 45 yıldır Almanya’da yaşayan bir tanıdığımın da bulunduğu bir akşam yemeğinde muhabbet ediyoruz. Uzun yıllar boyunca, ne zaman Türkiye’ye gelse, sırf Almanya’da yaşıyor olduğu için bizden üstün bir yerlerde olduğunu zanneden ve bize hava atar konuşmalar yapan, ancak sonraları, sohbet ilerledikçe onun anlamadığı muhabbetlere giren bizlerin, onu iplemediğimizi yavaş yavaş anlar gibi olan bu adam “dinini öğrensin diye oğlunu Süleyman’cılara verdiğini” söylemişti. Masadakiler, sırf sofradaki ortam bozulmasın diye tepki göstermediler ve konuyu değiştirdiler.
Bu sözlerimin muhatabı Avrupa’da yaşayan aydın Türkler değil tabi ki. Dolayısıyla Avrupa’da yaşayan ve bu yazıyı okuyan facebook arkadaşlarımın üzerlerine alınmayacağını biliyor olmanın rahatlığıyla yazıyorum. Onlar zaten konumuzun dışında. Ancak 40 yıldır, 45 yıldır, hatta 50 yıldır Almanya’da, Hollanda’da, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan Türklerin önemli bir bölümüne artık şu soruları sormanın zamanı gelmedi mi?
Arkadaş sen 45 senedir Avrupa’nın göbeğinde yaşıyorsun değil mi? Peki.
1. Bu 45 yıl boyunca 1 tane kitap okudun mu? Bir tane bir, yani rakamla 1, yazıyla bir.
2. Bu 45 yıl boyunca 1 kere sinemaya veya tiyatroya gittin mi?(Cüneyt Arkın filmine giderek beni yanıltmış olabilir tabi, onu bilemem.)
3. Bu 45 yıl boyunca bir kere bir resim sergisine, bir konsere, bir sanatsal etkinliğe gittin mi?
4. Almanca veya Hollanda’ca bir gazeteyi, o gazetedeki bir yazarın yazdığı bir makale’yi açıp okuyor musun? Okuyabiliyor musun?
5.Avrupa’daki varlığını sürdürebilmeni büyük ölçüde oralardaki ilericilere, solculara, yeşillere, komünistlere borçlu olduğun halde, ne zaman Türkiye’de seçim olsa koşa koşa gidip, en büyük sağcı partiye oy verip, benim de buradaki hayatımı mahvetmenin arkasında yatan sebep ne?
Şimdi önümüzde bir referandum var ve yine Avrupa’daki Türklerin hatırı sayılır bir bölümünün “evet” oyu vereceğini duyuyoruz. İyi, güzel, istedikleri oyu vermekte özgürler tabi. Yalnız ben biraz, anlayışı kıt, mankafa bir herif olmalıyım çünkü bazı şeylere kafam basmıyor. Beni dilleri döndüğünce aydınlatırlarsa sevinirim.
Kendileri çook müslüman oldukları halde neden hiç biri Türkiye’de değil de, yaşam biçimini hiç benimsemedikleri, hatta ahlaksız olduğunu düşündükleri hıristiyan batı ülkelerinde yaşamayı istemeye devam ediyorlar ki? Bu soru Türkiye’deki, hatta İslam dünyasındaki çoğunluk için de geçerli tabi. Bugün Türkiye’de veya herhangi bir İslam ülkesindeki insanlara şöyle bir duyuru yapsan ve desen ki, “Ey ahali, artık sınırlar kalktı. Vize, oturma izni gibi sınırlamaların hiç biri yok. İstediğiniz ülkeye gidip yerleşebilirsiniz. Üstelik alınan ücretler ve çalışma koşulları da aynı olacak.” Hiç biri bir başka müslüman ülkeye göç etmeye çalışmayacak, hepsi Avrupa’ya, Amerika’ya, Kanada’ya veya Avusturalya’ya gitmek isteyecektir. İyi de kardeşim neden, neden, neden? Niye hiç biriniz, kendiniz gibi Müslüman din kardeşlerinizin yaşadığı ülkelere gitmiyorsunuz da, yaşam biçimini, kültürünü benimsemediğiniz, hatta-daha çok kadının toplumda işgal ettiği yer nedeniyle-ahlaksız olarak gördüğünüz insanların yaşadığı ülkelere göç etmeye çalışıyorsunuz? Bana bi onu anlatın hele benim kafama girecek bi şekilde. Niye hep "kafirlerin" yaşadığı ulkelere gitmek ve oralarda yaşamak istiyorsunuz?
Adım gibi biliyorum ki yarın Türkiye’ye şeriat gelse(böyle bir olasılık yok gerçi merak etmeyin), artık eskiden yaptığınız gibi yaz tatillerinde bile Türkiye’ye gelmeyecek, oraya çakılıp kalacak, hatta mümkünse yakınlarınızı bile oralara aldırtmaya çalışacaksınız. Niye niye, neden?
Ben bu yazıyı niye yazdım ki şimdi? Bu yazının muhatabı olan kişiler zaten yazı mazı okumaz. Kızgınlıkla kendi kendime konuşuyorum işte, elden ne gelir?

16 Şubat 2016 Salı

Asimetrik savaşın kaybedenleri


ASİMETRİK SAVAŞIN AHMAKLARI

Tekerlek kırıldıktan sonra yol gösteren çok olurmuş. Ben de tekerlek kırılmadan yazmak istedim. Merak etmeyin kimsenin moralini bozmaya çalışmayacağım. Ben hala sandıktan yüksek olasılıkla "hayır" çıkacağını düşünüyorum. Ancak "hayır" oyları 16 Nisan akşamı ekranlarda göreceğimiz rakamlardan çok daha yüksek olabilirdi. Eğer....

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. CHP hayır kampanyasını yanlış bir yerden yürütüyor. “Sen de taktın CHP’ye” diyeceksiniz belki ama durum budur. CHP’li milletvekillerinin illerde ve ilçelerde canla başla bir saha çalışması yürüttüğünü biliyoruz ve bunun kuşkusuz bir yararı olacaktır. Ancak mücadeleyi, tam da karşıtınızın yürütülmesini arzuladığı zeminde yürütmek CHP’nin iflah olmaz bir hastalığıdır ve CHP, defalarca düştüğü bu tuzağa düşmekten bıkıp usanmamakta, bundan adeta zevk almaktadır. Sonuç hüsran olunca da gelsin “bu halk adam olmaz”, “bu halk zır cahil” lakırdıları.

Ne demek istediğimi biraz açayım. Bir referandum, hele bizim gibi ülkelerde, asla referanduma sunulan konudan ibaret değildir. Hatta büyük ölçüde o değildir. Geçen 15 yıl bize artık şunu öğretmediyse, o zaman artık bizim bir zihin sağlığı problemimiz var demektir. AKP’nin her hamlesi, başarıyla gerçekleştirilmiş bir önceki hamle sayesinde yapılmaktadır ve bir sonraki hamlenin öncülüdür. Peki şimdi bir sonraki hamle ne? AKP bu referandumu kazanarak neyi murat ediyor? AKP’nin sıradan muhafazakar bir parti olduğunu zanneden dangalaklardan biri değilsek eğer, onun, Suudi Arabistan’daki gibi dört dörtlük bir şeriat rejimi kurmayı olmasa bile, birazcık sulandırılmış, içinde biz “kafirlerin de” yaşamasına şimdilik izin verilen İslamo faşist bir rejim kurmayı amaçladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani 15 yıldır yaşamakta olduğumuz şey, partiler arası normal, demokratik bir siyasal mücadele değil, asimetrik bir örtülü savaştır. Bu savaşı asimetrik yapan şey bir tarafın(AKP’nin) savaşın varlığının bilincinde olması ve buna uygun davranması, diğer tarafınsa(CHP) savaşın varlığını reddetmesi ve savaş yokmuş gibi davranmasıdır.

AKP 15 yıldır bir cihat yürüttüğünün bilinciyle hareket etti ve hep yeni mevziler kazandı. Bir süre durup kazandığı mevzileri tahkim ettikten sonra da yeni mevziler kazanmak için yeniden taarruza geçti. En büyük avantajı ise, karşısında, örtülü bir savaşta olduğunu anlamayan, dahası, bu gerçeği inkar eden, sanki karşısında cihat yürüten bir parti yokmuş da, İsveç’te, Danimarka’da yaşıyormuşuz, Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde olağan demokratik siyaset nasıl yapılıyorsa öyle siyaset yapmaları gerekiyormuş gibi davranmakta ısrar eden bir muhalefet partisinin bulunmasıydı. Yani sonuna kadar ideolojik davranan, üstelik bu ideolojisini gizlemeyen, topluma en gericisinden de olsa bir hedef gösteren, diri ve savaşkan bir partiyle onun lideri ve onun karşısında da "vallahi biz sizin sandığınız kadar solcu değiliz. Vallahi de billahi de, biz de dindarız." diyen, "şunu yaparsak bize şunu derler, şunu söylersek karşı taraftan bize gelecek tepkilere verecek cevabımız olmaz" ürkekliğiyle davranan sinik, korkak, suçlu olmadığını isbat etmeye çalışarak güya iktidara gelmeye çalışan bir partinin.

Sosyal demokrat taifesi şöyle düşünüyor. "Halkın % 70'i sağa oy veriyor. Biz de biraz sağa kayarsak belki halk bize de oy verir. Biz de iktidara geliriz.” Bunların anlamadığı şey şu: Sen 1 metre sağa kaydıkça, senin sağındaki parti de, aradaki mesafenin kapanmaması için kendi sağına 1 metre kayıyor ve hep birlikte, elbirliğiyle “merkez” diye tanımlanan yeri aşırı sağa çekmiş oluyorsunuz. Sen ne kadar sağa kayarsan senin sağındaki partiyi daha sağ söylemleri dillendirmek için cesaretlendirmiş oluyorsun. Bu politika 10, 15, bilemedin 20 yıllık bir dönemde toplumun da sağ, daha sağ ve en sağ paradigmalarla yeniden yoğrulmasına ve gericileşmesine neden olacaktır. Nitekim oldu da.

AKP 15 yıldır bir kutuplaştırma politikası izliyor ve kendi gerici ideolojisi doğrultusunda doğru olanı yapıyor. AKP'nin her hamlesi allahına kadar ideolojiktir. AKP'nin her hamlesi, geriye doğru yapılacak bir sonraki hamlesinin öncüsüdür, siyasidir, ideolojiktir. Buna karşılık AKP ve sözüm ona "kanaat önderi" diye bilinen birileri bizden hep, AKP'nin gerici hamlelerinin siyasi ve ideolojik boyutunu değil, sadece teknik boyutlarını tartışmamızı istedi. Şu anda da AKP’nin bizden, yani karşıtlarından istediği, sonuna kadar ideolojik olan ve kendisini nihai amacına ulaştıracağını umduğu anayasa taslağının ideolojik boyutunu değil, sadece teknik boyutunu tartışmamızdır. Yani Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış CHP’lilerin ve genel başkan Kılıçdaroğlu’nun yaptığını yapmamız. “Tek adama bu kadar yetki verilmez!” Bu mu yani? Artık sondan bir önceki istasyona geldiğimiz şu günlerde dinci faşizan bir rejim kurmak isteyen bir kişiye ve onun partisine karşı söyleyeceğiniz söz bundan mı ibaret?

“Bir referandum asla referanduma sunulan konudan ibaret değildir” dedik. Buradan devam edelim. Bir referandumda kimin kazanacağını, o referandumda neyin oylanacağı konusunda en güçlü algıyı yaratmayı başaran taraf belirler. Asimetrik savaşın kurbanı olmaktan bıkmayan CHP apolitik bir hayır kampanyası yürütüyor. Hatta kampanya apolitik bir zeminde yürütülürse daha fazla kişiyi “hayır”a çekeceğini düşünüyor. Kuşkusuz bu kampanyanın da kısmi bir etkisi olacaktır. Ancak bu referandumun neyin referandumu olacağı konusunda başlı başına yeni bir algı yaratmaya çalışmak, karşı tarafın yumuşak karnına odaklanmak ve hasmını kendini savunmak zorunda bırakmaya çalışmak neden hiçbir CHP’linin aklına gelmez? Bunu da biraz açalım.

Bugün Türkiye’de gerçek anlamda bir şeriat rejimi isteyenlerin oranı %10, bilemedin, %15’tir. Hadi biz şeriatçılara biraz daha torpil yapalım ve %20 diyelim. Bunun dışındaki %80’lik kesim, sağ ve dinci partilere oy verenler dahil, bir şeriat rejiminde yaşamak istemez. Şimdi, buradan hareketle şöyle bir hayal kuralım. Bir CHP genel başkanı olsun ve bu genel başkan bu referandum kampanyasını, “tek adama bu kadar yetki verilmez. Şu madde şöyle diyor, bu madde böyle diyor” gibi teknik ayrıntılara boğmak yerine “şeriat rejimi istiyor musunuz, istemiyor musunuz?”a dönüştürsün. “Bu anayasa değişikliğiyle AKP şeriatçı bir diktatörlük kurmak istiyor” desin. Şeriatla yönetilen ülkelerdeki ilkelliği, vahşeti, çağdışılığı anlatsın. Yani kutuplaştırmayı AKP değil CHP yapsın ve halkı şeriat rejimi yanlılarıyla karşıtları arasında kutuplaştırsın. Kısacası referandum kampanyasını, sınırları AKP tarafından belirlenmiş bir zemin üzerinde yürütmeyi reddetsin ve bambaşka bir zemin üzerinde yürüyerek, bağımsız, radikal ve cesur bir tavırla halka “karar verin, ya laikliği ve insan gibi yaşamayı seçeceksiniz ya da vahşi, karanlık, ilkel bir şeriat rejimini” desin. Sizce hayır oylarının oranı ne olur?

Siyasal mücadele biraz da karşı tarafı kendini savunmak zorunda bırakma sanatıdır. Bırakın onlar kendini savunsun. Bırakın onlar “hayır, biz şeriat rejimi getirmek istemiyoruz. CHP yalan söylüyor” demek zorunda kalsın. Bırakın onlar savunma pozisyonuna çekilsinler. Bırakın onlar, sınırlarını bizim çizdiğimiz zemine düşsün ve o zeminde politika yapmak zorunda kalsınlar. Bırakın onlar “vallahi bizim öyle bir amacımız yok. Biz de aslında laikliğe karşı değiliz” demek zorunda kalsınlar ve “ne olmadıklarını” ispat etmeye çalıştıkları bir zemine düşsünler. Onların derdi sizi mi aldı?

“Nasıl konuşursam AKP mağdur duruma düşmez?”, “Ne yaparsam sağcılar bana tepki göstermez?” mantığıyla politika yapıldığı nerede görülmüş? Siz ne yaparsanız yapın, ama ne yaparsanız yapın gericilerin size tepki göstermesini engelleyemezsiniz. Daha da abartarak bir örnek vermek istiyorum. Bu sürecin böyle devam ettiğini, AKP’nin 1-2 seçim daha kazandığını ve zaten şu anda aşırı ölçüde sağa çekilmiş olan “merkez”in lineer bir şekilde daha da sağa çekildiğini, islamizasyonun yoğunlaşarak devam ettiğini düşünelim. Ve CHP’nin de, diğer partilerin de laikliği savunmaktan tamamen vazgeçtiğini varsayalım. Örneğin 10 yıl sonra açık İslami bir şeriat rejiminin ilan edilip edidlmemesinin tartışıldığı bir aşamaya geçildiğini varsayalım. İddia ediyorum, o rezil aşamada bile CHP’nin pozisyonu “hiç olmazsa ılımlı bir İslami rejim olsun” şeklinde olacak ve bu durumda bile CHP gericilerin tepkisini çekmekten, şeriatı yeterince savunmamakla suçlanmaktan kurtulamayacaktır. Siz “aman bize şunu demesinler” diye politika yaptıkça, “ben yapmadım öğretmenim” diyen ilkokul öğrencisinin suçluluk psikolojisiyle hareket ettikçe, “merkez”in, yani toplumun çoğunluğunun benimsediği, üzerinde tartışma dahi yapılmayacak değerler silsilesinin, gerici, daha gerici ve en gerici partiler tarafından belirlenmesine engel olamayacaksınız. Kitleler de size değil, o gerici değerler silsilesini en samimi şekilde savunan partiye oy vermeye devam edecektir.

Gazetelerin ve TV kanallarının AKP’nin elinde olduğu, bu nedenle “Evet”çilerin eline koz vermemek gerektiği düşüncesi de yukarıda anlattığım nedenlerle yanlıştır. Olan bitenin aydınlıkla karanlığın, ilericilikle gericiliğin savaşı olduğu tesbitini yapan bir parti için medyanın karşı tarafın elinde olması, bir dezavanaj değil bir avantaj bile olabilir. Tabii mevcut gericiliğe ve bu soygun düzenine karşı topyekun bir karşı taarruz başlatmaya cesaret edebilecek bir parti için. Kitlelere konuşma yaptığınız mitinglerde, gazete diye satılan o paçavraları ayaklarınızın altına alıp çiğnemek de mümkündür. “Aman tanrım, neler söylüyorum ben değil mi? Gelecek olan tepkileri düşünmek bile istemiyoruz değil mi? Niye hep gelecek olan tepkileri düşünüyoruz da, bu tepkilere karşı bizim daha da büyük bir tepki vermemizin mümkün olduğunu, üstelik de vereceğimiz bu ikinci ve daha büyük tepkiye hayallerimizin de ötesinde taraftar bulabileceğimizi düşünmüyoruz? “Evet ulan, siz gazete değil paçavrasınız. Yazdığınız, söylediğiniz her şey yalan. Siz iktidarın kuklasısınız” demek niye bu kadar zor? Yoksa gazetelerin ve TV kanallarının toplum nezdinde olağanüstü bir güvenilirliği, prestiji filan olduğunu mu zannediyoruz?

Bu yazıyı, benim hayal dünyasında yaşadığımı düşünmenize ve dudağınızın üzerine alaycı bir gülümseme kondurmanıza neden olabilecek bir iddiayla bitirmek istiyorum. Bu iddia, referandumla değil, önümüzdeki sonbaharda yapılması muhtemel seçimlerle ilgili.

“Evet kardeşim biz solcuyuz. Sapına kadar solcuyuz. Biz devletçiyiz.(Kendileri hatırlar mı bilmem. CHP’nin 6 okundan biri de budur.) Kamucuyuz yani. Sizin 35 yıldır özelleştirdiğiniz ne kadar kurum varsa hepsini tekrar kamulaştıracağız. Sizin o piyasa ekonominizi cehenneme postalayacağız. Yobazlığı, dinci gericiliği bu topraklardan sileceğiz. Bu alçak, ahlaksız soygun ve sömürü düzenini yıkacağız” diyen ve savunduğunu utangaç bir şekilde değil, göğsünü gere gere söyleyen bir CHP ilk seçimde iktidarı alır.


Denemesi bedava.

15 Ocak 2016 Cuma

Doğu Cephesinde Yeni Bir Şey Yok-2

Hiçbir zaman yanılan olmamanın, dönmemenin, dönek olmamanın en kurnazca yollarından biri karşı cephede varolduğunu iddia ettiğiniz düşmanın yer değiştirdiği veya başka bir yönden daha güçlü yeni bir düşmanın ortaya çıktığı tezini süreklileştirmek ve bunu teorize etmektir. Böylece dümeni, şimdi tümüyle farklı bir yönden geldiğini söylediğiniz şiddetli dalgayı karşılamak ve ondan kaçmak için eskisinden tamamen farklı bir yöne kırma hakkı ve özgürlüğü elde edersiniz. Birileri size “eskiden bize şu tarafa gitmemizi öneriyordun. Şimdi ise tam tersini yapmamızı istiyorsun. Bu tutarsızlık değil mi?” diye sorarsa kuramsal kılıfınız hazırdır. “Düşman değişti. Bu düşman artık eski düşman değil. Şimdi karşımızda yeni bir düşman var. Somut koşulların somut tahlilini yapmamız gerekiyor”.

Türkiye solunu zehirleyen en önemli 2 unsurdan biri, 5 yıl önceki referandumda sınırsız bir gücü altın bir tepside AKP’ye armağan eden liberalizmse, diğerinin de liberal ihanetin alçaklıkları üzerinden kendisine meşruiyet üreten Doğu Perinçek’çilik olduğunu söylemenin pek bir sakıncası yok.
Doğu Perinçek’in çizgisini tam 40 yıldır büyük bir tutarlılıkla sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Burada “tutarlılık” tan kastım bir doğrultu tutarlılığı değil, sınırsız bir tutarsızlığın teorize edilmesi ve süreklileştirilmesi anlamına gelen “mızrağın sivri ucunun baş düşmana yöneltilmesi” politikasından sapmama halidir. Bu politikayla sonsuza kadar bir hacıyatmaz gibi ayakta kalabilirsiniz.

Evet bu politikada tam 40 yıldır devam eden bir tutarlılık sözkonusudur. Doğu Perinçek 40 yıl önce ne yapıyorsa bugünde aynı şeyi yapmaktadır. Sovyetler Birliği’nin baş emperyalist olduğunu “tesbit eden” Çin Komünist Partisinin 1970’li yıllarda bütün dünyada açtığı franchising ofislerinden birini Türkiye’de açan ve Anti-Amerikan politikaların yanlış olduğunu söyleyip dördüncü ordunun doğuya kaydırılmasını isteyen Perinçek ne ise bugün Güneydoğu’daki operasyonlara onay ve AKP’ye destek veren Perinçek odur. 1970’li yıllarda Angola’da Portekiz’li sömürgecilere karşı Angola halkının bağımsızlığı için mücadele eden MPLA(Angola Halk Kurtuluş Ordusu)na karşı, sırf MPLA’yı Sovyetler Birliği destekliyor diye, CIA’in kurdurttuğu sahte kurtuluş örgütü UNİTA’yı destekleyen Perinçek’le Güneydoğu’da TSK’nın vatan savaşı verdiğini söyleyen Perinçek aynı Perinçek’tir. 70’li yıllarda İsrail’le Mısır arasında imzalanan ve ABD’nin inisiyatifi, teşviki ve ittirmesiye kotarılarak Filistin’lileri arkadan hançerleyen Camp David anlaşmasını destekleyen Perinçek politikasıyla bugün açıktan açığa AKP’yi destekleyen Perinçek politikası tam bir tutarlılık içermektedir.

Çünkü baş düşman değişmiştir. Baş düşman artık Amerika’dır. PKK da ABD’nin karagücü olduğuna göre bugün Güneydoğu’da PKK’ya karşı mücadele eden TSK’nın desteklenmesi gerekir.
Hazret kaba tasnifçiliği ve arada başka hiç bir rengin bulunmadığı bir alan tarifi yapmayı pek sever. Bugün Güneydoğu’da AKP’nin yürüttüğü operasyonları vatan savaşı olarak görmeme hakkının bulunmadığını iddia ederek yurtseverleri, hatta Kemalistleri bile “vatansız”lıkla, ABD’nin çıkarlarına hizmet etmekle, PKK cephesinde mevzilenmekle suçlama kurnazlığına başvurur ve böylece uzun süredir liberal ahlaksızlığa haklı olarak tepki duyan, diş bileyen iyi niyetli, yurtsever, ilerici çok sayıda insana, uzun yıllardır yapageldiğini yaparak iki ayrı cephe tarifi yapar: Düşman cephesi ya da kendisinin yanı. Daha yakın zamana kadar kendisine yakın bir yerde durduğu sanılan Ender Helvacıoğlu, Mehmet Ali güller gibi solcuları, onun tezlerini kabul etmedikleri için PKK ve Amerika cephesinde mevzilenmekle suçlayacak kadar kendini kaybetmesi bu yüzdendir.

TSK Güneydoğu’da vatan savaşı veriyormuş. Ya, ne demezsiniz. Yani herhalde bu ordu bu operasyonları AKP’nin iradesinden bağımsız olarak kendi başına yapmaya karar vermiş ve AKP’yi de bu “vatan savaşı”na ikna etmiş.

Daha önce dile getirdiğim görüşümü yinelemekte yarar var. Bu cumhuriyeti Tayyip Erdoğan’lar yıkmadı. Bu ordu yıktı. Tayyip Erdoğanlar, her tür ilericiyi, yurtseveri hatta solcu Kemalist’i asarak, keserek, biçerek yolu düzleyen bu ordunun açtığı yoldan bodoslama içeri daldı ve hazıra kondu. Tayyip Erdoğanlara boş kaleye gol atmak kaldı. Hala bu ordunun milli ve Kemalist ordu olduğunu düşünen bir Atatürk'çü filan varsa siyasetle ilişkisini hemen kesip yoga, meditasyon filan yapmaya başlaması ruh ve akıl sağlığı açısından iyi olabilir.

Geçtiğimiz günlerde umrede ölen, hayatı solculara küfretmekle geçmiş, katıksız gerici ve faşist Hasan Karakaya’nın ailesini arayarak taziye dileyen Patagonya'nın genel kurmay başkanı değildi. Güneydoğuda olan bitenin AKP’nin iradesinden bağımsız, hatta AKP’ye rağmen bu ordu tarafından yürütülen bir vatan savaşı olduğuna inananlar bulunsa da ben bu gülünç iddiaya Perinçek’in kendisinin de inanmadığını sanıyorum. Yine de perinçek’in ABD’nin kendisinin “kara gücüne” karşı savaş başlatan bu orduya ve bu hukumete karşı nasıl olup da hiçbir şey yapmadığı konusunda taraftarlarını ikna edecek bir “teorik açıklama” getirmesi, tabandaki olası kopmaları önlemek açısından iyi olabilir. AKP’yle ABD arasında yakınlarda gerçekleştirilen İncirlik mutakabatından sonra ha bire İncirlik’ten kalkıp inen Amerikan uçaklarının açıklamasını da başka bir Aydınlıkçı yapsın. Her teorik açıklamayı da Perinçek’ten beklemeyelim.

İnsan Doğu Perinçek olunca Vikingleri Türk yapabilir. 80 öncesinde binlerce devrimcinin ölümünün baş sorumlularından Süleyman Demirel için “bu toprakların insanıydı” diye konuşabilir. HSYK savcılarına kefil olabilir. Kontrgerillacı Veli Küçük’ten bir vatansever çıkarabilir. Akit TV’ye çıkıp dolaylı yoldan AKP güzellemesi yapabilir. Eleştirilere karşılık Akit TV izleyicisinin diğer kanalların izleyicisinden daha yurtsever olduğunu söyleyebilir. 

Doğu Perinçek’çilikte 40 yıllık düşman bir anda düşman olmaktan çıkabilir. Ne gam! “Biz onlara doğru gitmedik. Onlar bizim çizgimize geldiler” diyerek AKP’nin ,Veli Küçük’ün sonunda doğruları gördüğü ima edilerek tabandakiler arasında ortaya çıkabilecek olası kafa karışıklığını gidermek çok mu zor? Kandırılmak isteyene teorik açıklama mı yok!

Sen 90’lı yıllarda Öcalan’dan “Kardeşim Apo” diye, PKK’dan da “devrimci yurtsever bir örgüt” diye bahset. Sonra PKK seçimlerde senin partini desteklemeyince birden bire PKK’nın “emperyalizmin kuklası” olduğunu keşfediver. Mehmet Bedri Gültekin’in Aydınlık’ta “Ulusal Kurtuluş Hareketinin hatalarına yapılacak aşırı vurgu bizi doğruca gerici kampın yanına götürür” diye yazılar döşenerek hararetle savunduğu PKK’nın “emperyalizmin kuklası bir örgüt” olduğu nedense, İşçi Partisinin(o zamanki Sosyalist Partinin) PKK tarafından desteklenmediği ve her zamanki gibi % 0,2 oy aldığı seçimlerden sonra anlaşılsın. Dümenin bu kadar hızlı ve sert kırılması potansiyel sempatizanlar arasında bile kafa karışıklığı yarattığı için olsa gerek, “Doğu Perinçek APO’yla neden görüştü” diye ikna kitabı yazılsın.

Daha önce de söylediğimi hatırlıyorum. Yineleyeyim. Yalanın en inandırıcı ve tehlikeli olanı içinde bazı doğrular barındıranıdır. Liberaller geçmişte, içinde bazı doğrular bulunan tezlerini yalanlarla harmanlayarak AKP’ye yıllarca unutulmaz hizmette bulunmuşlardı. Yeterince kullanıldıktan sonra AKP tarafından buruşturulmuş bir kağıt gibi bir tarafa atıldılar. Şimdi T24 ve Diken’de feryat figan etmelerinin pek bir yararı yok. Şimdi AKP destekçiliğinde liberallerin yerini Doğu Perinçek almış görünüyor. 

Gerek liberallerin gerekse Doğu Perinçek’in ortak özelliği, bazı doğruları bir tramplen tahtası gibi kullanıp, o doğruların üzerinden zıplayarak iktidar isteğini hayata geçirecek bir güce ulaşmak.
Geçmişte PKK yöneticileri, PKK’nın kuyrukçusu yayın organları enteletüel ortamı terörize ederek, kendilerini eleştiren, onları emperyalizmle işbirliği yapmakla, gericiliğe destek vermekle suçlayan aklı başında solcuları “devletin adamı” olmakla, “Türk şovenizmi” yapmakla, “ulusalcı ve Kürt düşmanı” olmakla suçluyordu. Bugün de Doğu Perinçek Diyarbakır’da,Cizre’deki operasyonlara karşı çıkanları “vatansız”lıkla, “ABD’cilik”le suçluyor ve “benden değilsen PKK’cı ve ABD’cisin” diyor.

Türkiye’nin ortodoks solu liberalizmin beyinlerimize karşı yürüttüğü taarruzu püskürtmek için 30 yıl uğraştı.

Umarım bir 30 yıl da sola nüfuz etmiş milliyetçiliği püskürtmeye çalışmakla geçmez.