26 Ocak 2015 Pazartesi

Fetih masalları ve gerçekler-15

Ealoi Polis!....Ealoi Polis!...

29 Mayıs sabahı gün ağarırken korku ve dehşet içinde evlerine, evlerden Mese Caddesine, Mese Caddesinden Ayasofya’ya, Ayasofya’dan sahilde beklemekte olan gemilere hücum eden onbinlerce kişinin ağzından çığlık çığlığa dökülen bu iki kelime oldu:

Ealoi Polis!....Ealoi Polis!....Ealoi Polis!....

Şehir düştü!....şehir düştü!...Şehir düştü!

Finlandiya’lı yazar Mika Waltari “dünya var oldukça bu ses semada yankılanacaktır” diye konuşturur kahramanını, Lukas Notaras’ın kızı Anna Notaras’la, İtalya’dan, şehrin savunmasında yer almak ve ölmek için gelen bir yabancı arasında kuşatma altında yaşanan yaşanan aşk hikayesini anlattığı Kara melek romanında.

Kimi götürebileceği eşyalarını ve ailesini  alarak sahile, şehrin düşmesi halinde demir alıp gideceğine kesin gözüyle baktıkları gemilerden birine koşarak yetişmeye çalıştı, kimi de bir mucizenin gerçekleşmesi umuduyla Ayasofya’ya koşup olacakları orada beklemeyi tercih etti.

Şehir düştüğü halde çarpışmaya devam eden Bocchiardi Kardeşler, etrafları sarılmak üzereyken artık gitmeleri gerektiğini anladılar. Kendilerine yol açmaya çalışırlarken kardeşlerden Paolo öldürüldü. Diğerleri dövüşerek kendilerine yol açıp Haliç’e inmeyi başardı. Venedik balyosu Minotto ve diğer Venedik’liler üslendikleri Blachernae Sarayında kuşatılıp ele geçirildiler.

Surların Marmara Denizine bakan kısmını tutan savunmacılar şehrin düştüğünden habersiz oldukları için kendilerini arkadan saldırıya uğrar halde buldu ve çoğu öldürüldü.

Şehzade Orhan bir dilenci kılığına girerek kaçmaya çalıştı. Ancak onu tanıyan birisi ihbar etti. Yakalanmamak için  surlardan aşağı atlayarak intihar etti.

Şehirdeki panik ve karmaşa olağanüstüydü. Çünkü şehir yavaş yavaş değil aniden düşmüştü. Oysa şehrin düşmesinden 1-2 saat öncesine kadar savunma dimdik ayaktaydı.

Bu anlarda karmaşa içinde bir başka karmaşa daha yaşandı. Bilgi kirliği nedeniyle her türlü söylentiyi ihtiyatla karşılamayı öğrenmiş olan Konstantinopolis’lilerin bir bölümü, daha çok da cephede çarpışanların arasında oğulları bulunanlar, Türklerin surları aşarak şehre girdiği haberi üzerine surlardakilere yardım etmek üzere surlara yöneldiler. Şehre giren Osmanlı askerleri de kendilerini dar sokaklardan oluşan bir labirentin içinde buldu. Endişeliydiler ve akılları karışmıştı. Şehrin içinde daha büyük birliklerle, tüm şehir halkını da içine alan daha kararlı bir direnişle karşılaşma ihtimalini düşünerek ilerlediler. Bütün gece kendilerine kök söktüren Bizanslı sayısının 2000 kişi olduğuna inanmak imkansızdı.

Önlerine çıkan herkesi öldürdüler. Genç, yaşlı, kadın, erkek dinlemeden öldürdüler. Savaşın ve direnişin devam ettiği düşüncesiyle öldürdüler. Haftalar boyu surlardan savrulan küfürlerin ve verdikleri onbinlerce ölünün intikamını almak için öldürdüler. Dar sokaklarda damlardan üstlerine yağan taşlar ve tuğlalar durumu değiştirmedi. Bütün şehir ölen ve öldüren, kaçan ve kovalayan insanlarla doldu.

Osmanlılar ancak birkaç saat sonra, yani şehirde herhangi bir organize direniş olmadığını anladıktan sonra rahatladılar. Bu anlardan sonra daha çok  yaşlıları ve çok küçük çocukları öldürmeye(para etmiyorlardı çünkü), gençleri tutsak almaya başladılar. Artık yağmaya ve ganimete öncelik vermenin zamanı gelmişti. İçlerinden bazıları Blachernae Sarayı ve çevresindeki binalara, bazıları da Bizans yüksek sosyetesinin yaşadığı mahallelelerdeki malikanelere ve villalara yöneldiler. Diğer guruplar şehrin ana caddesi olan Mese Caddesini izleyerek(bugünkü Divanyolu Caddesi) şehir merkezine yöneldiler. Haliç yönünden gelenlerle Forum Bovis’te(Öküz Forumu, bugünkü Aksaray Meydanı) birleşerek Forum Tauriye(bugünkü Beyazıt Meydanı), oradan da Forum Konstantin’e(Bugünkü Çemberlitaş Meydanı) ulaştılar.

İtalyanlar Haliç’e, içinde kendilerini güvende hissedecekleri gemilerine, Rumlar eşlerini ve çocuklarını korumak için evlerine koştu. Bunlardan bazıları evlerine vardığında, sahip oldukları her şeyin yağmalandığını, eşlerinin ve çocuklarını kaçırıldığını gördüler. Çoğu yakalandı ve eş ve çocuklarıyla birlikte zincire vuruldu. Teslim olurlarsa başlarına gelecekleri anlayan insanlardan bazıları ise ailelerini savunarak ölmeyi tercih etti. Kimileri mahzenlere ve su sarnıçlarına saklandı.

Kuşkusuz Osmanlı’cı tarih yazıcıları yapılan zulmü, tecavüzleri, yağma ve yıkımı anlatmamayı tercih ettiler. Ancak kendisi bir Grek olmasına rağmen savaşı ve sonrasını Osmanlı yanlısı bir gözle anlatan, hatta kuşatma ve sonrasını anlattığı yazılarını daha sonra Fatih’e de sunan Kritovulos, kente ve kette yaşayanlara neler yapıldığını ayrıntılı bir şekilde anlatır:
“Şehrin düşmesinden sonra yaşanan trajedi tüm trajedilerin ötesindeydi. Kadınlar yatak odalarından sürüklenerek çıkarıldılar. Çocuklar anne ve babalarından koparıldılar. Yaşlılar, zayıf akıllılar, hastalar, düşkünler acımasızca kesildi. Yeni doğmuş bebekler meydanlara atıldı. Kadınlara ve oğlanlara tecavüz edildi. Öldürülmeyip pazarda satılmaya değer bulunan onbinlerce kişi birbirlerine bağlanarak, koyunlar gibi itile kakıla karargaha götürüldü. Bu arada yağmacılar arasında en güzel kızlar üzerine silahlı kavgalar çıktı.

Aya Yorgi, Vaftizci Yahya ve Chora manastırının yağmalanması çabuk bitti.  İkonalar parçalandı, haçlar yerlere çalındı. Kilise hazineleri, ayin tasları, değerli taşlarla işlenmiş kaftanlar arabalara yüklendi ve götürüldü. Manastırlardaki rahibeler filolara götürülüp tecavüz edildi. Mihraplar alaşağı edildi. İmparatorların mezarları açıldı ve içinde altın ve değerli taş arandı. Bin yıllık Hıristiyan Konstantinopolis birkaç saat içinde büyük ölçüde yok oldu” diye anlatır Kritovulos kederini gizlemeksizin.

Sabah saatlerinde yüzlerce kişinin kaderi biraz da şans tarafından belirlendi. Kiev başpiskoposu Kardinal İsidor, hizmetkarlarının yardımıyla, pahalı ve gösterişli piskoposlık giysilerini sokakta yatan ölü bir askerinkiyle değiştirmeyi başardı. Osmanlı askerleri piskoposun giysileri içindeki cesede rastlayıca, cesedi piskopos zannederek başını kesti ve zaferle sokaklarda dolaştırdı. Yaşlı isidor’sa sıradan bir adam olarak yakalandı ama tanınmadı. O da özgürlüğünü kendisini yakalayanlara küçük bir bedel ödeyerek tekrar kazandı ve limandaki İtalyan gemilerinden birine binmeyi başardı.
Şehrin düşmesinden sonra evine giden Notaras evinde yakalandı. Kiliselerin birleşmesine karşı çıkan papaz Gennadius hücresinde bulundu.

Şehir düşmüştü ama Haliç boyunda bir gurup Giritli asker kendilerini üç kuleye kapatmış, teslim olmayı reddediyordu. Tüm sabah saatleri boyunca onları yerlerinden sökmeye yönelik Osmanlı girişimlerine direndiler. Vakit öğleyi geçmiş, bütün şehir teslim olmuş, onlarsa ölümüne savaşmaya devam ediyordu. Kendilerine yapılan, şehrin düştüğü, savaşın bittiği, herkesin teslim olduğu uyarıları da fayda etmedi. Sonunda yeniçeri çavuşlarından birisi bunu Mehmet’e bildirdi. Fatih de klasik şövalyece jestlerinden birini yaparak bu kahramanlara  ateşkes ve gemilerine binip gitme şansı tanıdı.  Kısa bir duraksamanın ardından Giritliler bu teklifi kabul ettiler ve oradan ayrılıp gemilerine gittiler.

Sabahın erken saatlerinde binlerce insan limandaki İtalyan gemilerinden birine tırmanma umuduyla dar sokaklardan denize doğru aktı.Bir çok insan kendini kalabalık sandallara öylesine attı ve sandalların alabora olmasına ve içindekilerin boğulmasına neden oldu. Bu sırada Haliç’teki kapı görevlilerinin bir hareketi trajedinin boyutlarının büyümesine neden oldu. Bu kapı görevlileri Gennadius’un da aylardır dillendirdiği eski bir kehaneti hatırladılar. Türkler Forum Konstantin’e kadar gelecekler ve oradan geri püskürtüleceklerdi. Kapı görevlileri gemilerden birine binebilmek için akın akın sahile koşmakta olan Grek hemşehrilerinin yollarını keserlerse bu insanların dönüp Türkleri gerisin geri sürmeye ikna olacaklarını düşünüp kapının anahtarlarını surların üstünden fırlatıp attılar. Böylece kıyıdaki manzara daha da acınası bir hal aldı. Herkes ağlıyor, İtalyan gemilerinin gelip kendilerini kurtarması için yalvarıyordu. Bu arada ancak gerilim filmlerinde görülebilecek cinsten bir olay yaşandı. Türklerin savunmada yer alan ya da savunmaya yardım eden, hatta etmeyen, bütün Venediklileri, Floransalıları, Katolikleri öldürdüğünü bilen Floransalı tüccar Giacomo Tedaldi, şehrin düşmesinden ancak 2 saat sonra kıyıya ulaşabilmişti. Fazla zamanı yoktu. Ya boğulma tehlikesini göze alacak ve yüzerek gemilerden birine çıkacak ya da yakalanacak ve öldürülecekti. Tedaldi risk aldı. Soyunup gemilerden birine yüzdü ve güverteye alındı. Bunu tam zamanında yapmıştı çünkü dönüp kıyıya baktığında, onun gibi yapıp yüzmek için zırhlarını çıkarmaya çalışan kırk kadar askerin Türkler tarafından yakalandığını görmüştü.

Yakalandığında öldürüleceğine kesin gözüyle bakılan Venedik donanmasının kumandanı Aluxive Diedo ve bütün bir kuşatmayı günlük tutarak yazmış olan doktoru Nicolo Barbaro gemilere son anda yetiştiler. Gemilere binebilenler bu sefer de limandan ayrılıp kaçabilmek için uygun rüzgarı beklemeye koyuldular. Şansları 2 nedenle yaver gitti. Osmanlı donanması da dahil bütün Türkler o sırada yağmayla ilgileniyorlardı ve Türk donanmasındaki askerler de şehirde yağmalanacak şeyler bitmeden ganimetten pay alabilmek için gemileri terk edip karaya çıkmışlardı ve bekledikleri rüzgar çabuk geldi. Barbaro’ya göre talihin bu cilvesi olmasa hepsi tutsak düşecekti.

Mese Caddesini, Öküz Forumu ile Forum Tauri’yi geride bırakan Osmanlı Birlikleri Forum Konstantin’e,(ne yazık ki burada gökten bir melek zuhur edip Türkleri geldikleri Asya içlerine kadar kovalamadı) oradan da şehrin kalbine, Forum Augustion’a ulaştılar.(Sultanahmet Meydanı)

Atının üzerinde doğuya bakan Justinian heykeli, million taşı, hipodrom, 3 başlı bronz yılan hala yerinde duruyor ve  elbette Hagia Sophia’nın kendisi bütün heybetiyle önlerinde yükseliyordu.

Kaçamayıp ya da kaçmayıp bir mucizenin gerçekleşmesini bekleyen binlerce kişi Hagia Sophia’daki yerlerini almıştı. İçeride sanki o gün normal bir günmüş, dışarıda kıyamet kopmamış gibi sabah ayini yapılıyordu. Kilisenin bronz kaplı 9 kapısı çekilmiş, kol demirleri vurulmuştu. İçerisi ağzına kadar insanla doluydu ve bir mucizenin gerçekleşmesi için dua ediyorlardı. Erkekler aşağıda, kadınlar da galeri katındaki yerlerini almıştı. Rahipler mihrapta ayini yönetiyordu.

Yeniçeriler iç avluya girdiler ve imparatorların girdiği kapıyı sert darbelerle dövmeye başladılar. Kapı balta vuruşlarıyla parçalandı ve kırılıp açıldı. Askerler içeri dağılınca büyük feryat koptu. Binlerce kişi koyunlar gibi teslim alındı.
Askerler ganimet peşindeydi ve şimdi kendi aralarında, savaş sırasında varolan ilişkilerin dışında tamamen başka ilişkiler geliştirmişler, herkes yağma sırasında birlikte hareket edebileceği bir iki kişiyle özel ilişkiler geliştirerek yağmaladıklarını güvence altına almaya çalışıyor, avını yakalayan aslan, nasıl başka hayvanların gelip onu elinden almaması için avını güvenli bir yere götürürse, askerler de beraber hareket ettiği ve işbirliği yaptığı kişilerle birlikte yağmaladıkları malları, köleleştirdikleri insanları güvenli bir yere götürüyor, onlar bu “malları”  götürürken, diğerleri yeni avlar seçiyor ve  gönderdikleri  kurye malları götürüp, güvenli bir yere bırakıp dönene kadar bekliyordu. Bütün kadınların galeri katında toplanmış olması Osmanlı askerlerinin işini koloylaştırdıysa da burada en güzel kızların seçilmesi sırasında aralarında birbirlerine silah çekmeye kadar varan sürtüşmeler oldu. Genç kızlar en değerli köleler olarak hemen ayrıldılar. Onlar en pahalı “ürünlerdi”. Rahibeler, soylu kadınlar, gençler, efendiler, hizmetkarlar hepsi birbirlerine bağlandı ve kiliseden çıkarıldı. Dukas davar ve koyun sürüsü gibi güdülen insan manzaralarının olağanüstü olduğunu ve sabahı korkunç bir ağıt havasının sardığını söyler. 

İnsanlardan sonra kilisedeki altın, gümüş ve değerli eşyalar talan edildi.(İşin bu kısmı Fatih’le askerler arasındaki anlaşamaya aykırıydı gerçi ama Mehmet henüz şehre girmemişti.)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder