FETİH MASALLARI VE
GERÇEKLER
1054 yılı yazının
bunaltıcı derecede sıcak günlerinden bir gün, 16 Temmuz Pazar günü öğleden
sonra saat 3.00 sıralarında, Ayasofya'da toplanmış kadınlı erkekli hıristiyan cemaat, sıcaktan
bunalmış, ayinin başlamasını bekler, rahipler de ayin için son hazırlıklarını
tamamlarken, kıyafetlerinden din adamı oldukları anlaşılan, ancak doğu kilisesi
giysilerine hiç benzemeyen giysiler giyinmiş 3 kişi kilisenin büyük batı
kapısından içeri girdi ve cemaatin meraklı bakışları arasında hızlı ve kararlı
adımlarla mihraba doğru ilerledi. İçlerinden birinin adı Humbert'ti ve elinde, daha sonra Katolik batı kiliseleriye Ortodoks
İstanbul kilisesi arasında yüzyıllar sürecek bir düşmanlığın tohumlarını atacak
olan rulo şeklinde bir kağıt vardı.
Humbert kutsal makama yaklaşıp elindeki, papa’nın, kendi otoritesini tanımayan
“sapık mezhebin” Konstantinopol’deki lideri patrik Michael Keroularios nezdinde
bütün bir doğu kilisesini aforoz ettiğini bildiren aforoz bildirisini mihraba
bıraktı ve kendisini bekleyen diğer kardinallerle birlikte hızla kiliseden
ayrıldı. Olaya ayıkması bir iki dakika süren kilise görevlilerinden biri kağıdı
kaptığı gibi Humbert’in peşinden seğirtip aforoz kağıdını geri alması için
yalvardıysa da Humbert oralı olmadı.
Aslında ne Bizans imparatoru Konstantin Monomakus, hani şu kocası ölüm
döşeğindeyken banyoda sevgilisiyle seks yapan imparatoriçe Zoe’nin 3.
kocası olan adam, ne de Humbert ve ekibini Konstantinopol’e, batı ve doğu
kiliseleri arasındaki anlaşmazlık konularını çözsün diye İstanbul’a gönderen
Papa IX. Leo işin bu noktaya varmasını istememişler, bir anlaşma yolunun
bulunmasını istemişlerdi. Ama halkın kendisine verdiği destekle kendisini
neredeyse imparator ve imparatoriçeden bile daha güçlü hisseden Bizans patriği
Michael Keroularios "Nuh diyor peygamber demiyor", batı kilisesinin
otoritesini tanımıyordu. Görüşmeler uzadıkça uzadı. Sonunda patrik, kardinal
Humbert’in görüşme isteğini reddedince ipler koptu. Zaten doğu kilisesinden
nefret eden kardinal Humbert Roma’ya dönmeden Papa IX. Leo’nun öldüğü haberini
alınca, bunu, uzun süredir çantasında sakladığı ve üzerinde papanın imzasının
bulunmadığı iddia edilen aforoz kağıdını Ayasofya’nın mihrabına fırlatmak için
bir fırsat saydı.
Hıristiyan Ortodoks kilisesinin aforoz edildiği haberi çabuk duyuldu ve halk arasında görülmemiş bir galeyana neden oldu. İstanbul halkı
ayaklandı. Galeyana neden olan aforoz kağıdı halk önünde yakıldı. Onlar da
kendilerini aforoz eden papalık delegelerini aforoz ettiler. Bu olay doğulu
Ortodoks Hıristiyanlarla batılı Katolik Hıristiyanlar arasında etkisi yüzyıllar
boyu devam edecek bir husumet ve nefreti tetikleyen ilk olay oldu.
İstanbul’un Türkler tarafından alınmasına götüren, daha doğrusu 1453’teki fethi
kolaylaştıran olaylar zincirinin 2. ve belki de en büyük halkası 1204’teki
Latin işgali oldu. Zannedersem İstanbul’un tarihi boyunca yaşadığı en büyük
deprem, coğrafi depremleri saymazsak, buydu. O kadar ki Konstantinopol tarihi
boyunca hiçbir dönemde Latinler tarafından işgal edildiği dönem ki kadar
yakılıp yıkılmamış, yağmalanmamıştı. Öyleki Latin işgali bitip Bizans yeniden
özgürlüğüne kavuştuktan sonra bile bir daha asla o eski zengin, şaşaalı
günlerine dönemedi. 1261 yılına kadar devam eden Latin işgali İstanbul halkının
hafızasından asla silinmedi. Konstantinopol’de Papalığa ve Katolik batı
dünyasına duyulan nefret katlanarak büyüdü.
200 yıl arayla gerçekleşen bu iki dramatik olaydan yine yaklaşık 200 yıl sonra,
1453 yılında şehri kuşatan Sultan II. Mehmet’in şehri almasını kolaylaştıran önemli etmenler arasında Katoliklerle Ortodokslar arasında var olan bu nefret
havasının olduğu söylenebilir.
Sultan Mehmet’in şehri almak için hazırlık yaptığını anlayan Bizans İmparatoru
Konstantin’in 1452 yılından başlayarak Batıya gönderdiği elçiler aracığıyla
yaptığı yardım çağrılarına, aralarındaki husumet nedeniyle katolik Batı
dünyasının kulaklarını tıkaması, papalığın yardım koşulu olarak kendi
otoritesinin tanınmasını istemesi, en sonunda imparator Konstantin’in batıdan
yardım koparabilmek için Ayasofya’da “kiliselerin birleştirilmesi“ anlaşmasını
imzalamaya razı olması, Katoliklerden nefret eden patrik Gennadius’un bu
anlaşmayla imparator’un ruhunu şeytana sattığını söyleyerek halkı Türklere
karşı imparator’un yanında savaşmamaya çağırması, hatta Bizans’ın imparatordan
sonraki en önemli 2. Adamı, Başbakan Lukas Notaras’ın, içeride anlaşma töreni
yapılırken, Ayasofya’nın önünde bir taşın üstüne çıkarak “şehrimizde Latin
külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diye özetlenen sözleriyle
muhalif bir tavır sergilemesi ve imparatoru yalnız bırakması, kuşatma öncesinde
ve sırasında şehirdeki genel havanın ne olduğuna dair genel bir fikir
verebilir.
Kuşatma öncesinde Bizans’ta ekonomik durumun da berbat olduğunu söylemek
gerekiyor. II.Mehmet İstanbul’u kuşattığında Bizans o eski görkemli günlerinden
çok uzaklaşmış, neredeyse İstanbul ve yakınındaki birkaç ada hariç bütün
topraklarını kaybetmiş, hazine tam takır durumdaydı.
Yoksul Bizans halkı, bir yandan geniş topraklara sahip aristokratların, bir
yandan da koyu Ortodoks halkın dini duygularını alabildiğine sömüren kilisenin
cenderesi altında iki yakasını bir araya getirip yaşamaya çalışıyor, kilisenin
asalak ve sahtekar papazları, bağış adı altında halkın elindekileri
tırtıklıyordu. Elinde az buçuk bir toprağı olan bir köylüyü kiliseye çağırıp
ona önce güler yüzle övgüler düzdükten ve Meryem Ana’nın onu ne kadar sevdiğini
belirttikten sonra “dün gece Meryem Ana’mızı rüyamda gördüm. Bana senin
toprağını kiliseye bağışlamanın doğru olacağını söyledi.” diyerek köylünün
elindeki toprağı almaya çalışmak sık yaşanan olaylardandı.
Kuşatma öncesinde
Bizans’ta Vatikan’la birleşme yanlılarıyla karşıtları arasında bir bölünme
yaşanırken Osmanlı tarafında da Bizans’taki durumla kıyaslanamayacak kadar sert
bir iktidar mücadelesi yaşanıyordu. Osmanlı devleti içindeki Türklerin, daha
doğru bir deyimle söylersek Osmanlı yerli feodal aristokrasisinin temsilcisi,
büyük toprak ağası ve tahminlere göre o dönemde dünyanın en zengin
kişileri arasında yer aldığı söylenen Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile
hıristiyan kökenli yönetici fraksiyon ve bu fraksiyonun temsilcisi Zaganos
arasında, daha Fatih’in babası II. Murat hayattayken başlayan, birbirlerinin
çocuklarını ve kardeşlerini öldürtmek, gözlerini kör ettirmek gibi karşılıklı
hamlelerle devam eden amansız bir mücadele.
Artık daha fazla savaş ve sefer istemeyen, yerli üretimin canlandırılmasını
isteyen 1. guruptakilerle, çıkarlarını sürekli yeni fetihlerde gören Hıristiyan
kökenli bürokratlar arasındaki bu kanlı mücadele daha Fatih’in babası II. Murat
zamanında başlamıştı. II. Murat başa geçer geçmez önce amcasını Edirne
surlarına astırmış, hatta halkın gelip cesedi seyretmesini emretmiş, ardından kardeşi
şehzade Mustafa’yı İznik surları dışında bir incir ağacına astırmış, daha sonra
da “devletin bekası ve huzur ve güvenlik için”(siz onu “tahtını garantiye almak
için” diye okuyun) diğer kardeşleri Ahmet, Yusuf ve Mahmut’u öldürmeyip sadece
gözlerini kör ettirmekle yetinmişti.
Devlet içinde giderek güçlenen ve Fatih’in de içinde yer aldığı hıristiyan
kökenli Zaganos gurubu daha II. Murat’ın sağlığından itibaren arka arkaya
yaptığı hamlelerle II. Murat’ı iktidar edemez hale getirdi. Çandarlı’dan nefret
eden bu gurup önlerinde engel olarak gördükleri ve II.Murat’tan sonra tahtın
varisi olduğuna inanılan 2. Murat’ın oğlu ve Çandarlı çizgisindeki sancakbeyi
Alaattin’i, onun 1 yaşındaki oğlu Gıyasettin’le 6 aylık oğlu Tacettin’i
boğdurarak önlerindeki engelleri temizledi.
2. Murat’ın altını oyan bu gurubun sarayda giderek güçlenmesi ve Balkan’larda
arka arkaya alınan birkaç yenilgi ile II. Murat’ın iktidar etme koşulları
giderek ortadan kalktı. Tahttan çekilmek zorunda bırakılan II. Murat’ın yerine
oğlu II.Mehmet(Fatih) geçirildi.
Osmanlıcı, Türk-İslam sentezcisi tarihçiler bizden, iktidar uğruna amcasını ve kardeşini astıran ve diğer
kardeşlerinin gözlerini kör ettiren Sultan Murat’ın, tahtı fedakarlık
yaparak,kendi isteğiyle, hem de o sırada sadece 12 yaşında olan oğluna
bıraktığına inanmamızı ister. Oysa gerçekler Osmanlı sarayı içinde kıran
kırana, acımasız bir mücadelenin varlığına ve başını Zaganos’un çektiği,
sürekli yeni fetihlerden yana olan hıristiyan kökenli gurubun, yine başını
Çandarlı’nın çektiği Türk kökenli zengin Paşalar aristokrasisinden gerçek
iktidarı almaya çalıştığına işaret ediyor.
Zaganos gurubu II.Murat’ı tahtından etmeyi ve yerine II.Mehmet’i geçirmeyi
başardıysa da Çandarlı’nın gücünü bütünüyle kıramadı ve çocuk Mehmet’in padişahlığı,
Çandarlı gurubunun çabalarıyla uzun sürmedi. Çandarlı’nın tertiplediği bir
yeniçeri ayaklanmasıyla diğer gurubun gücü kırıldı. Çandarlı'nın II.Murat’la
birlikte hazırladığı plana göre “padişah” Mehmet bir av eğlencesi
bahanesiyle şehirden dışarı çıkarılacak ve Murat gizlice saraya getirilip
padişah ilan edilecekti.
Gerçekten de Mehmet avdan dönünce kendisini tahttan indirilmiş buldu ve 1446
Ağustos’unda II. Murat yeniçerilerin sevinç çığlıkları arasında yeniden tahta
oturdu. Mehmet, Zaganos ve diğerleri Manisa’ya gönderildi.
Ancak Çandarlı gurubunun bu zaferi de uzun sürmedi. II.Murat yeniden tahta
geçişinin üzerinden 5 yıl geçmeden 1451’ de, henüz 47 yaşındayken, Tunca
adasında, çok sevdiği bir kaç genç erkekle beraber düzenlediği bir eğlence
sonrasında fenalaşarak aniden öldü.
47 yaşın ölmek için oldukça genç bir yaş olduğu dikkate alınırsa Zaganos
gurubunun satın aldığı adamlardan biri tarafından zehirlenmiş olması ihtimali
hayli yüksektir. Düşünsenize, ortada hiçbir neden yokken genç bir padişah bir
eğlence sonrasında fenalaşıyor ve 3 gün sonra ölüyor. II. Murat’ın Zaganos
Partisinin satın aldığı adamlardan biri tarafından zehirlenerek öldürtüldüğünü
düşünmemiz için yeterince neden var. Murat oğlu Mehmet'i(Fatih'i) sevmiyordu. Oğlu
Alaattin’in Zaganos gurubu tarafından öldürtüldüğünü biliyordu.
Vasiyetnamesinde “Beni Alaattin’in yanına gömünüz.” dedikten sonra “Evlat ve
akrabamdan kimseyi yanıma gömmeyiniz” şeklinde bir istekte bulunması oğlu
Mehmet’e işaret ettiğini düşündürtüyor. Çünkü Alaattin Murat’ın padişah
adayıyken, Mehmet, Murat’ın hiç istemediği Zaganos hizbinin padişah adayıdır.
Ayrıca Murat’in Ahmet adında yeni bir oğlu daha olmuştu ve Murat’ın bu oğlunu
padişahlığa hazırlayacağı kesindi. Bu gerçek de Zaganos gurubunun elini çabuk
tutması gerektiğini gösteriyor. Çünkü Sultan Murat henüz genç denilebilecek
yaştadır ve çok muhtemelen Ahmet büyüyene kadar yaşayacaktır. 15-20 yıl sonra
ölecek bir Murat, Zaganos gurubunun bütün planlarını suya düşürecek ve oğlu
Ahmet’in tahta oturmasına engel olamayacaklardır. Bu nedenle Murat’ın, Ahmet
büyümeden, hemen ortadan kaldırılması Mehmet’in tahta geçmesi için zorunludur.
İşte tam bu noktada Çandarlı hayatının hatasını yaptı ve Murat’ın ölümü
üzerine, 5 yıl önce bir saray darbesiyle tahttan indirip Manisa’ya gönderdiği Mehmet’e haber göndererek acele Edirne’ye gelmesini istedi.
Çandarlı’nın neden böyle yaptığını bilmiyoruz. Çandarlı Mehmet’i sevmiyordu.
Mehmet de onu. Mehmet’in yerine neden Konstantinopol’e(Bizans’a) haber
göndererek Orhan’ı çağırmadığını bilmiyoruz. Üstelik yeniçeriler de Mehmet’i
sevmiyor, Şehzade Orhan’ı istiyordu ve Çandarlı’nın yeniçeriler üzerindeki
hakimiyeti çok güçlüydü.
Burada durup, daha sonra yeğeni Mehmet’e karşı, kendisini destekleyen Türklerle
birlikte Bizans'ın yani İstanbul’un savunmasında yer alacak olan Orhan’ın kim olduğuna da
kısaca değinelim. İstanbul’un fethine kadar, kardeş katliamından kurtulmak
isteyen şehzadelerin kaçıp Bizans’a sığınması ve orada yaşaması sık yaşanan
olaylardandı. Fatih’in dedesi Çelebi Mehmet, oğlu Murat’ın iktidar hırsını ve
acımasızlığını bildiği için vasiyetnamesinde, eğer Murat tahta geçerse diğer
oğullarını öldürmesin diye, onların Bizans imparatorunun korumasına verilmesini
istediğini yazar. Vasiyetname yerine getirilemez ve Murat kardeşlerinin gözünü
kör ettirir. Kesin olmamakla beraber Orhan’ın II. Murat’ın, tahtta hak iddia
etmesi ihtimali bulunan bir akrabası olduğunu sanıyoruz. Orhan beraberindeki 600 cıvarında Türk’le birlikte
İstanbul’da yaşıyor ve tahta oturmak için II.Murat’ın ölüm haberinin gelmesini
bekliyordu. Bizans’ta bu tür şehzadeleri, gerektiğinde kendi adamı olarak
Osmanlı tahtına oturabilecek bir unsur olarak elinin altında bulunduruyordu.
Belki de Çandarlı, Mehmet’in, tahta oturursa, İstanbul’u fethetmeye kalkmak
gibi çılgın bir maceraya girişeceğini bilmiyor, şehzade Orhan’ı değil de onu
Edirne’ye çağırdığı ve tahta 2. Kez oturmasını sağladığı için ona minnettar
kalacağını ve kendisine duyduğu kini unutacağını sanıyordu.
Ve yine belki de Çandarlı kendisini çok güçlü hissediyor, bu nedenle
Mehmet’in kendisine bir şey yapamayacağını sanıyordu. Yeniçeri Ağası Kurtçu
Doğan, Anadolu Beylerbeyi Özgüroğlu İsa bey ve 2. Vezir İshak paşa Çandarlı’nın
adamlarıydı. Yeniçerler de Çandarlı’yı seviyor, Mehmet’ten hiç hazzetmiyorlardı.
Devletin tepesindeki unsurlardan sadece Rumeli Beylerbeyi Karaca bey Mehmet’ten
yanaydı.
Çandarlı, Mehmet’in intikam almak için uygun zamanı bekleyen, kinini
gizlemesini bilen bir doğası olduğunu, Mehmet’i Edirne’ye çağırmakla kendi
mezarını kazdığını bilmiyordu. Çok muhtemelen Çandarlı’nın bu kararında onun
devlete verdiği önem ve ciddi bir bürokrat olması önemli rol oynadı.
Evet, Çandarlı gizlice bir ulakla II.Mehmet’e haber göndererek derhal Edirne’ye
gelmesini istedi. Mehmet askerleriyle birlikte hemen atına atlayarak uçar gibi
Edirne’ye yol aldı. Ancak o daha Çanakkale cıvarındayken yeniçeriler Murat’ın
ölümünü öğrenip ayaklandılar. Tahta 2. Mehmet’i değil, Şehzade Orhan’ı
istiyorlar, üstelik ayaklanırlarken de Çandarlı’nın kendilerini
destekleyeceğini, bu ayaklanmanın onu mutlu edeceğini zannediyorlardı. Oysa
karşılarında Çandarlı’yı buldular. Çandarlı ayaklananları susturdu ve Mehmet’in
tahta oturmasını sağladı.
II.Mehmet Edirne’ye
varıp tahta oturur oturmaz babası Murat’ın yeni doğmuş olan oğlu, yani
beşikteki kardeşi Ahmet’i boğması için Evrenoszade Ali Bey’i görevlendirdi.
Ertesi gün Ahmet’in annesi tahttaki Mehmet’e babasının ölümünden ötürü
taziyelerini sunarken o sırada Evrenoszade kadının beşikteki oğlunu boğmakla
meşguldü. Mehmet’in tahta geçer geçmez kardeşini öldürttüğü haberi Edirne’de
büyük bir tepkiyle karşılanınca Mehmet bu kez de tepkileri yatıştırmak için,
emrini yerine getirmekten başka bir suçu olmayan Evrenoszade Ali Bey’i idam
ettirdi. Oğlu Ahmet’in acısından çılgına dönen ve çığlıklar atan annesini de,
bir daha hamile kalması ihtimaline karşılık hadım edilmiş bir köle ile zorla
evlendirerek gönderdi.
O dönemlerde yaşayan Osmanlı tarih yazıcıları bu tür katliamları ve vahşeti
anlatırken padişahın hoşuna gidecek öyle bir dil kullanırlar ki, bunları
okuyunca insanın bu katliamlara katliam demekten vazgeçesi geliyor. Bunlardan
Bostanzade Yahya Efendi adındaki sözüm ona bir “tarihçi”, Fatih’in tahta geçer
geçmez beşikteki kardeşini boğdurtmasını şöyle anlatır:
“Sultan Mehmet Han’ın yalnız İsfendiyar kızından doğan Sultan Ahmet adlı küçük
kardeşi hayatta kalmıştı. Onu intizam-ı alem için şehit ettirerek günahsızlık
örneği tabutunu, cennete yol alan babasının tabutu ardına katmıştı. Olgun
derecede alimliği, dinine bağlılığı, iyilikseverliği, sonsuz adaleti ve
bağışlayıcılığla tanınır.”
Evet intizam-ı alem için. Yani devlet düzeninin bozulmaması için. Bu intizam-ı
alem için sözü o kadar sihirli bir sözcüktür ki , onu söyleyince akan sular
durur. Tahta geçtiğinizde, eğer 28 kardeşiniz varsa, intizam-ı alem için
hepsini birden öldürebilirsiniz. Niye? Devlet düzeni bozulmasın diye. Daha
doğrusu tahtınız tehlikeye girmesin diye.
Şimdi adını unuttuğum bu tür Osmanlı dönemi tarihçilerinden biri de tahta geçer
geçmez 5 kardeşinin beşini de öldürten bir Osmanlı padişahı için şunları
yazmıştı.
“Kara yağız yiğit bir delikanlıydı. İyilikseverliği ve bağışlayıcılığıyla
tanınırdı. Tahta geçer geçmez 5 kardeşine de ecel şerbeti içirdi”. Katliamı
öyle tatlı anlatıyorlarki katliam kavramının anlamı değişiyor sanki.
Mehmet, tahta oturduktan sonra kendi adamlarının ağırlıkta olduğu bir divan
oluşturdu. Ancak Zaganos’u ve kendi hizip başlarını şaşırtarak-Çandarlı’nın
yeniçeriler üzerindeki gücünü ve şimdilik kaydıyla onunla iyi geçinmesi
gerektiğini bildiği için-Çandarlı’yı vezir-i azam, kendi hizip başları olan
Hadım Şehabettin, Saruca paşa ve Zaganos Paşayı ikinci, üçüncü ve dördüncü
vezir yaptı.
Böylece Osmanlı Devleti içindeki iktidar mücadelesini, uzun yıllar boyu sabırla
önlerindeki engelleri birer birer temizleyen ve rakiplerini fiziken tasfiye
etmeyi başaran hıristiyan kökenli fraksiyon kazandı ve II. Mehmet 2. kez tahta
oturdu.
Zaganos gurubunun bu zaferiyle birlikte Osmanlı Devletinde yabancı kökenlilerin
iktidarı dönemi başlayacaktı.
Osmanlı’cı tarih yazıcıları durumu ne kadar çarpıtmaya ve Fatih’in,
gizlemekte pek güçlük çektikleri kimliğine Müslüman-Türk bir kılıf uydurmaya
çalışırlarsa çalışsınlar, II. Mehmet'in, yani Fatih Sultan Mehmet’in Sırp kralı
George Brankoviç’in kızı Mara Despina’dan doğma olduğu hemen hemen kesinleşmiş bir
bilgidir. Sırp kralı Brankoviç, kızı Despina’yı Fatih’in Babası II.Murat’a
hediye olarak vermiştir. Mara Despina hiç bir zaman Müslüman olmamış ve hayatının
sonuna kadar Hıristiyan kalmıştır. Aslına bakarsanız o dönemde yaşayan Osmanlı
dönemi tarih yazıcıları, bizim cumhuriyet döneminde ortaya çıkan ve halen
varlığını sürdüren Türk-İslam sentezcisi milliyetçilerin, Fatih’in annesinin
yabancı ve Hıristiyan olduğu gerçeğinden utanacaklarını bilmedikleri için, o
zaman bu gerçeği hiç gizlemeye çalışmadan yazıp çizmişlerdi. Bugün
milliyetçi-mukaddesatçıların Fatih’in gerçek annesi olduğunu ısrarla iddia
ettikleri Alime Hatun(Hüma Hatun) Fatih’in babası II. Murat’ın resmi karısıdır.
Fatih’in gerçek annesi değil üvey annesidir. Zaten Fatih’in tahta geçer geçmez
beşikteki kardeşi Ahmet’i banyoda boğdurtmasının muhtemel nedeni de kendisi bir
cariyeden doğmuşken(Mara Despina), beşikteki Ahmet’in resmi bir anneden doğmuş
olması ve ileride taht için hak iddia etmesi olasılığıydı.
Mara Despina’nın Fatih’in gerçek annesi olduğunun en kesin kanıtı bugün Topkapı
sarayı arşivlerinde bulunan Fatih fermanında Mara Despina’dan “Bu devrin
Hıristiyan kadınlarının en yücelerinden olan anam Despina Hatun” diye söz
etmesi ve kendisine Selanik’te ölünceye kadar kullanabileceği, içinde bir
manastırın da yer aldığı geniş bir arazi bağışlamasıdır.
Mehmet’in tarihe, özellikle askeri tarihe karşı müthiş bir ilgisi vardı.
Eğitimi sırasında Arapça, Farsça, Latince ve Yunanca’yı bildiği pek çok tarihçi
tarafından yazılmıştır.Ancak Latince ve Yunancayı, hem de İlyada’yı okuyacak
derecede bildiği konusundaki savların abartılı olduğu kanısındayım.
Mehmet bütün hayatı boyunca Konstantinopol’ün fethi hayaliyle yaşadı dersek
fazla abartmış olmayız. Aslında farklı konularda yaptığım tarih okumaları
sırasında edindiğim kesin bir izlenim var. O da şu: İstanbul bütün bir tarih
boyunca, neredeyse milattan önceki zamanlardan beri, özellikle Avrupa’lıların,
Akdeniz dünyasındaki ülkelerle Arap Ülkelerindeki insanların gözünde adeta bir
masal kent olagelmiş. Konstantinopol’ün güzelliği, zenginliği, ihtişamı, biraz
da yılın 6 ayı ortalıkta görünmeyip sonra ana yurduna dönen denizcilerin
arkadaşlarına hava atmak amacıyla abartarak anlattığı bir masallar diyarı.
Şurasını çok iyi anlamak zorundayız. Osmanlı Devleti, talan, haraç ve vergi
üzerinden kendisini var eden ve varlığını sürdürebilen bir devlettir. Yani bu
devlet yağma ve talansız, ele geçirilen diyarları haraca ve vergiye bağlamadan
yapamayan, varlığını sürdüremeyen bir devlettir. Bu da ancak sürekli gaza ile,
sefere çıkmakla, savaşmakla olabilecek bir şeydir. İşte bu devletin hakim
güçleri olan ve merkezin yerel üzerindeki hakimiyetini savunan “devletlu”
devşirmelerle, yani Hıristiyan kökenli yabancı yöneticilerle, başını Çandarlı
Halil Paşa’nın çektiği, merkezin çok güçlenmesinden rahatsız olan ve artık
barış yapılmasını, zırt pırt sefere gidilmemesini, daha çok yerli üretimin
canlandırılmasını ve böylece sahip oldukları geniş topraklar üzerinden
sağladıkları gelirleri artırmayı isteyen Türk kökenli aristokrasi arasındaki
“yaman çelişki” budur. Bu çelişki, yani bu iki sınıf arasındaki mücadele 29
Mayıs 1453 Salı sabahına kadar sürecek ve Çandarlı’nın
işkence edilerek öldürülmesiyle Fatih tarafından kesin bir şekilde
çözülecektir.
II.Mehmet’in şahsında iktidara gelen fetih’çi fraksiyonun İstanbul’u almak
istemesinin kolay anlaşılabilir birkaç nedeni var. Her şeyden önce, iktidara
gelmeyi başaran bu sınıf, doğası gereği sürekli ileri atılmadan yapamayan,
durursa gerileyecek ve iktidardan düşecek olan bir sınıftır. Bu nedenle
Konstantinopol’ün alınması, yeni devletlü sınıfın emperyal kurumlaşmasını
sağlayacak en büyük atılım olacaktır. 2. si İstanbul, daha doğrusu Bizans, iki
kıtaya yayılmış güçlü bir devletin ortasında kalmış küçük bir yarımada
devletçiğidir ve ayak altında dolaşmaktadır. 3. sü başkent Edirne sınıra çok
yakındır ve başkent olmak için risk taşımaktadır.
Ancak her ne kadar devşirmeler sınıfı Mehmet’i iktidara getirmeyi başarmışsa da
Çandarlı hizbinin, Mehmet iktidara gelir gelmez devletteki gücünü yitirdiğini
düşünmek yanlış olur. Mehmet padişah olmasına rağmen Çandarlı’nın yeniçeriler
üzerindeki hakimiyeti Mehmet’ten çok daha fazladır. Ayrıca bir tür o zamanki
bakanlar kurulu diyebileceğimiz Divan’da Çandarlı Partisinin içinde yer alan
yerel Bey’ler ve paşalardan da vardır. Mehmet’in tahta
oturmasına rağmen, kendisini bir zamanlar bir saray darbesiyle tahttan indirip
Zaganos’la birlikte Manisa’ya gönderen, nefret ettiği Çandarlı’yı başvezir
yapmasının nedeni de saray içi dengeleri gözetmesi gerektiğinin farkında
olması, Çandarlı’ya bir şey yapacak olursa, o sıralarda kendisini pek sevmeyen,
Çandarlı’ya bağlı yeniçerilerin ayaklanacağını biliyor olmasıdır.
Fatih iktidara geldiğinde Bizans İmparatorluğu neredeyse sadece İstanbul
şehrinden ibaretti. Bir zamanların 700 bin nüfuslu, görkemli Konstantinopol’ü
şimdi 70.000 kişinin yaşadığı bir yerdi. Bizans artık sadece İstanbul,
yakınlardaki birkaç kale ve bazı köylerden ibaret bir şehir devletiydi artık.
Ticari çekiciliğini de karşı kıyıdaki Galata’ya yitirmişti.Eski askeri gücünden
eser yoktu. O yıllarda şehre gelen Fransız gezgin Bertanrndon
Konstantinopolis’i “büyüleyici ama çok pejmürde” bulduğunu söyler.
Bertarndon’un anlatımından Ayasofya’nın önündeki Forum Augustion’da(Sultanahmet
meydanı) atlı Justinianus heykelinin hala ayakta durduğunu anlıyoruz.
Şehir kozmopolit bir yapıdaydı. Şehirde Ermeni, Rus hatta bir de küçük bir Türk
kolonisi vardı.
İmparator Konstantin Fatih’ten 27 yaş büyüktü. 1405 yılında istanbul’da doğmuş
ve kentin durumunun gün geçtikçe kötüleşmesini izleyerek büyümüştü.17
yaşındayken yani 1422 yılında, şehrin, Fatih’in babası II. Murat tarafından
kuşatıldığını görmüştü. 3 kardeşi vardı. Tarihçiler Kral Konstantin’in, önceki
imparator Manuel’in oğulları arasında en yetenekli, güvenilir, kötü niyetten
uzak, cesur ve derin yurtseverlik duyguları olan birisi olduğu konusunda
hemfikir görünüyorlar. Bu özellikleriyle Konstantin, kararsız, bencil ve kaypak
özelliklere sahip olduğu söylenen diğer kardeşleri Demetrius, Tomas ve
Teodore’den ayrılıyordu.
II. Mehmet tahta oturduktan hemen sonra gelen Bizans elçilerine, Allah, kitap,
peygamber ve melekler üzerine yemin ederek, babasının Bizans'la sürdürdüğü
dostane ilişkilere bağlı kalacağına söz verdi.
Hemen ardından da
Konstantinopol’ü almak için hazırlıklara başladı:) Önce 3 casusunu tüccar
kılığında şehre göndererek onlardan şehirde 1 ay süreyle kalmalarını, bu süre
içinde şehrin her tarafını dolaşmalarını, şehrin nüfusu, coğrafi yapısı,
surların durumu, askeri gücü, halkın moral yapısı vs. hakkında geniş ve
ayrıntılı bir çalışma yapmalarını ve bir ay sonra kendisine bir rapor halinde
sunmalarını istedi.
1 ay sonra casuslar Konstantinopol’de tahminen 50 ila 75 bin arasında bir
nüfusun yaşadığını, şehrin 2 sıra halinde surlarla çevrili olduğunu, askeri
gücünün de çok yüksek olduğunu sanmadıklarını belirttikleri raporlarını
Mehmet’e ilettiler.
Mehmet niyetini Çandarlı’ya açtı. Daha sonra da dedesi Yıldırım Beyazıt’ın
İstanbul’un Anadolu yakasında yaptırttığı Anadolu Hisarının tam karşısında bir
hisar yapılmasını emretti. Mehmet’in amacı boğaz’daki trafiği tam kontrol
altına almak ve yakında başlatmayı düşündüğü kuşatma sırasında Karadeniz’den
Bizans’a herhangi bir erzak veya cephane yardımını imkansız kılmaktı.
Hisarın yapımından önce Mehmet çevre temizliği yapmaya başladı. Yani Bizans’a
ait çevre köy ve Trakya’daki bazı küçük Bizans yerleşimlerini kolayca denetimi
altına aldı. 1452’nin Mart ayında da hisarın yapımına başlandı.
Rumelihisarı’nın yapılacağı yerde eski bir manastır vardı. Türkler hisar
inşaatı için manastırın taşlarını kullanmaya, hayvanlarını da o yöredeki
Bizanslı köylülerin tarlalarında otlatmaya başladırlar. Bizanslı köylülerin
itirazları şiddetle bastırıldı. 4.5 ay sonra, 31 Ağustos 1452 perşembe günü hisarın yapımı tamamlanmıştı.
Günlerden bir gün, her yıl periodik olarak Konstantinopol’e yük getiren bir
Venedik gemisinin kaptanı Antonio Rizzo, İstanbul Boğazından Marmara’ya doğru
seyrederken aniden sağında gördüğü manzara karşısında neye uğradığını şaşırdı.
8 veya 9 ay önce Konstantinopol’den Trabzon’a açılırken buradan geçmişti. O
zaman burada otlar ve yıkık dökük bir manastırdan başka bir şey yoktu. Şimdiyse
karşısında görkemli burçlarıyla, silahlı, toplu askerleriyle devasa bir kale
yükseliyordu.
Kale’den “yelkenlerini indir ve hız kes” emri geldi ilkin. Rizzo
ise adamlarına küreklere asılıp hızı artırmalarını emretti. İlk top mermisi
yakınlarına, 2.si ise geminin tam ortasına düştü. Hepsi denize atlayarak karaya
doğru yüzmeye başladılar, yakalandılar ve Sultan Mehmet’in huzuruna
çıkarıldılar.
Mehmet geminin Konstantinopol’e yük götürdüğünü öğrenince küplere bindi. Tabi
hemen mürettebatın kellelerinin uçurulmasını emretti. Kaptan Rizzo’yu da
makatından kazığa oturttu. Mehmet cesetlerinin gömülmemesini de emretti. Tek
bir kişi kurtuldu bu katliamdan. Rizzo’nun güzel yüzlü, genç seyir katibi
Nicolo. Arkadaşlarının birer birer kellelerinin uçurulduğunu gören ve korkudan
dili tutulan Nicolo Mehmet’in çok hoşuna gitti ve Sultanın haremine alındı.
Rumeli hisarının yapımı sürerken Sultan Mehmet’in amacına ulaşmasını
kolaylaştıracak çok önemli bir gelişme daha oldu. Bizans’ta yaşamakta olan
Urban adında bir Macar topçu ustası uzun süredir kendisine verilen sözlerin
tutulmaması, ücretinin düzenli ve eksiksiz ödenmemesi nedeniyle Bizans’tan
kaçarak Osmanlı karargahına geldi. Bir şekilde kendisini tanıttıktan sonra
Sultan Mehmet’le görüştürülmesi sağlandı. Urban Fatih’e o güne kadar dünyada
görülmemiş büyüklükte ve Babil surlarını bile yıkabilecek güçte toplar
dökebileceğini söyledi. İnandırıcıydı da. Mehmet Urban’a istediği bütün
koşulları sağladı ve hemen çalışmaya başlamasını istedi.
Hisarın yapımı, şehir hakkındaki ilk fizibilite çalışmaları, Bizans’ın
periferisindeki küçük şehir, kasaba ve köylerin ele geçirilmesi gibi işler
tamamlandıktan sonra Fatih ve askerleri kışı geçirmek üzere Edirne’ye döndüler.
Urban hızla çalışmaya başladı ve söz verdiği topları kısa sürede üretti.
Sıra Urban’ın ürettiği Şahi topun etkisini, tahrip gücünü görmek için yapılacak
deneme atışına geldi. O gün tellallar Edirne sokaklarında davullar eşliğinde
halka duyuru yaparak, yaşlıların, hamile kadınların, bebeklerin, patlamanın
korkunç gürültüsü nedeniyle korkmamaları için hazırlıklı olmalarını istediler.
Deneme atışı tam bir başarıyla sonuçlandı. Top neredeyse 1 km. ötede düştüğü
yerde muazzam bir çukur açmıştı. Mehmet sonuçtan memnundu.
Fatih topların kendilerinin baharda başlatacakları uzun yürüyüşten önce
İstanbul’a nakledilmeye başlanmasını istedi. Çok sayıda araba, manda ve askerin
eşliğinde toplar Ocak ayında İstanbul’a doğru yola çıktı. Ancak onlardan önce
yüzlerce inşaat işçisi, marangoz, amele yola çıkarak önce top arabalarının
rahatça sürülebilmesi, arkasından da baharda başlayacak olan uzun yürüyüş
sırasında yüzbinlerce insanın rahatça yürüyebilmesi için Edirne-İstanbul
arasındaki yolu düzlemeye, ağaçları kesmeye, su birikintilerini toprakla ve
kalaslarla tahkim etmeye başladılar.
Bu sırada Bizans’ta da saflar iyice belirginleşti. İmparator Konstantin, Batı
Katolik kilisesiyle aralarındaki, 1054 yazında Humbert’in aforoz kağıdını
Ayasofyanın mihrabına bırakmasıyla başlayan ve yüzyıllardır sürmekte olan
düşmanlığın son bulması ve yaklaşmakta olan Türk saldırısına karşı Avrupa’dan
yardım alabilmek için, bağrına taş basarak, kiliselerin birleşmesi anlaşmasını
imzaladığından beri, “artık bu kilisede ibadet edilmez” diyen katı
Ortodoksların önemli bir bölümü artık Ayasofya’ya gelmiyordu. Roma ile
birleşmeyi savunan imparatorun ruhunu şeytana sattığını söyleyen patrik
Gennadius’la donanma komutanı Grandük Notaras açık işbirliğine girdiler.
Konstantin maddi gücü elverdiği ölçüde surların yıkılmış bölümlerini onarttı,
sağlamlaştırdı. Kiliselerin birleşmesi anlaşmasını imzalamıştı imzalamasına ama
Batıdan gelen yardım hepi topu 700 kişilik bir savaşçı birliği oldu
Ceneviz'li komutan Juistinyani komutasında şövalyeler 2 gemiyle alkışlar
arasında şehre girdiler.
II. Mehmet kuşatma öncesinde Osmanlı yönetimi altındaki her yerden asker
toplamaya başladı. Anadolu’nun ve Trakya’nın köy, kasaba ve şehirlerinden
onbinlerce insan Edirne’de ve diğer toplanma merkezlerinde toplandı. Bunun
dışında yine babası II. Murat zamanında fethedilmiş Avrupa şehirlerinden
onbinlerce Hıristiyan genç savaşmak üzere Edirne’ye getirildi. İlk birlikler
şubat ayında, diğerleri de mart ayında hareket ederek yürüyüşe başladılar. Mart
ayında büyük bir insan seli Batıdan Doğuya doğru akarken ek olarak yüzlerce
manda, büyük ve küçükbaş hayvan da onlarla beraber Konstantinopol’e doğru
yürüyordu.
Burada bir noktaya dikkat çekmekte yarar var. Osmanlı’da savaş organizasyonunu,
üzerinde uzmanlaşılmış, herkesin görevi ve ne iş yapacağının iş bölümüyle
belirlendiği bir alan olarak düşünmek gerekiyor. Öyleki İstanbul’a doğru akan
insan selinin içinde, örneğin 1000’den fazla kişi sadece yemek pişirmekle,
dağıtmakla, onları toplamakla, yıkamakla, taşımakla ve bunları her gün yapmakla
yükümlüyken, birkaç bin kişi silahları taşımakla, bazıları hayvanları
yürütmekle, bazıları çadırları, levazımatı taşımakla görevliydi. Bu konuda o
kadar yetenekliydiler ki hem yürüyüş hem de savaş sırasında işler aksamadan her
gün belli bir düzen içerisinde yürüyordu. Kazıcılar, insanların tuvalet
ihtiyaçları için, karargah surların önündeki alanda kurulmadan önce yüzlerce
metrelik çukurları kazmış ve hazırlamışlardı bile.
Osmanlı Ordu Birlikleri haftalar süren uzun yürüyüşten sonra Ayestefanos Köyüne
vardılar.(Bugünkü Yeşilköy). O gün Bizans gözcüleri gördükleri manzaraya
inanamadılar. Dağ taş insan doluydu. Atlarına atlayıp dörtnala saraya döndüler
ve imparatora bir insan denizinin şehre doğru gelmekte olduğunu söylediler.
Şehir, Türklerin inanılmaz bir orduyla şehri kuşatmak ve almak üzere gelmekte
olduğu haberiyle sarsıldı. 1 yıldan uzun bir süredir ağızdan ağza yayılan
söylentinin söylentiden ibaret olmadığı, zaten şehirdeki askeri hazırlıklardan
ötürü anlaşılmıştı. Ama şehirde, Konstantinopol’ün bakire Meryem’in koruması
altında olduğuna ve hiçbir "dinsizin" bu şehri alamayacağına dair
varolan inanç o kadar güçlüydü ki büyük bir korku yaşanmadı...
Ta ki 5 Nisan 1453 günü, Marmara Denizinden başlayıp Haliç’e kadar uzanan 7.5
kilometre uzunluğundaki kara surlarının önünün boydan boya bir insan seli ile
dolup taştığını gördükleri ana kadar.
Osmanlı ordusunun sayısı hakkında rivayet muhtelif. Dukas 400 bin rakamını
veriyorsa da bu rakamın abartılı olduğu düşünülüyor. Osmanlı kaynaklarının
verdiği rakamlar 200 binle 300 bin arasında değişiyor. Yerli ve yabancı
kaynakların verdikleri rakamlardan Osmanlı ordusunun büyük bir olasılıkla 200
bin cıvarında olduğu anlaşılıyor. Ancak bu rakamın tamamı profesyonel askerlerden
oluşmuyordu. Yarısına yakınının profesyonel olmayan, Konstantinopol’ün
zenginliklerini yağmalama hayaliyle gelmiş insanlardan oluştuğu konusunda
yaygın bir kanı var. Bu arada işin belki de en traji-komik tarafı Türk
tarafında, Bizans tarafında olduğundan daha fazla Hıristiyan asker
vardı.(özellikle Sırplar)
Sultan Mehmet merkeze, San Romano kapısı(bugünkü Topkapı) ile Harissos
Kapısı(Edirnekapı) arasındaki orta bölüme yerleşti. Onun sağına yani Marmara
Denizine kadar olan bölüme Anadolu Beylerbeyi ishak Paşa’nın birlikleri
konumlandı. Mehmet’in sol tarafını, yani Haliç’e kadar olan bölümü ise Rumeli
beylerbeyi Karaca Bey aldı. Fatih’in arkasındaki asıl adam olan Zaganos’a da
bugünkü Taksim Meydanı yakınlarına kadar uzanan Pera tepelerini tutma görevi verildi.
Surlardan bakıldığında, 200 bin cıvarında asker, sayılamayacak kadar çok sayıda
top, yeniçeriler, Anadolu ve Rumeli sipahileri, lağım kazıcıları, içinde top ve
asker taşıyan kuleler, mandalar, öküzler, diğer yiyecek hayvanları ile Osmanlı
ordusu, sadece görüntüsüyle bile yüreklere korku salan ve moralleri dibe
vurduran bir manzara sunuyordu.
Konstantin’in ordusunun mevcudunu hesaplamak fazla zor olmadı: 4773 Grek ve 200
yabancı. Bunların yanı sıra Galata’da yaşayan ve şehrin savunmasına gönüllü olarak
katılmak isteyen 3.000 cıvarında Cenevizli ve Venedikli. Yani 22
kilometre uzunluğundaki surları savunmak için toplam 8.000’in altında adam.
Greklerin de çoğu savaş sanatına vakıf değildi. İmparator Konstantin, kuvvetler
arasındaki bu aşırı eşitsizliği ortaya koyan bu bilginin, halkın moralini
bozmaması için, gizli tutulmasını emretti.
Bizans savunması Cenevizli komutan Justiniyani’nin komutasındaydı. Justiniani,
birliklerini, ağırlığı San Romano Kapısıyla Harissos kapısı arasındaki merkez
bölümde olmak üzere mümkün olduğunca kara surları boyunca yaydı. İmparator
Konstantin de birlikleriyle surların Lycus Irmağına(bugünkü Bayrampaşa vadisi)
bakan bölümünde konumlandı. Surların Haliç’e ve Balchernae sarayına yakın
bölümünde de, kendi masraflarını kendileri karşılayarak gelen ve donanımlarını
da kendileri sağlayan Ceneviz’li Bocchiardi Kardeşler konumlandılar. Şehrin
savunmasında yer alan Şehzade Orhan ve beraberindeki 600 cıvarında Türk de
surların Marmara denizine bakan kısmını tuttular. Surların Haliç’e bakan
bölümünü savunma görevi ise imparatordan sonraki en önemli adam olan Lukas
Notaras’a verildi.
Sultan Mehmet 5 Nisan günü Mahmut Paşa komutasında küçük bir
süvari birliğini şehrin kapılarına gönderdi. Flamaları rüzgarda dalgalanan
sözcüler görüşme isteğini bildirdiler. İstek kabul edildi ve elçiler içeri
alındılar.
Elçi Konstantin’e Mehmet’in mesajını iletti. Sultan imparatora eğer savaşmadan
şehri teslimi ederse hiç kimsenin canına ve malına dokunulmayacağını, kendisi
ve halktan insanlardan isteyenlerin yine güven içinde mallarını da yanlarına
alarak gidebileceklerini, ama eğer direnirler ve şehir savaşarak alınırsa bütün
şehrin yağmalanacağını söylüyordu. Kuran'ın hükmü böyleydi.
Konstantin’se aralarında varolan anlaşma uyarınca belirlenmiş olan vergiyi
vereceğini ve kuşatmanın kaldırılması halinde Bütün Bizans kalelerini teslim
edeceğini, ancak şehri teslim etmeyeceğini bildirdi.
Elçiler kampa dönerek Konstantin’in cevabını Mehmet’e ilettiler. Sultan Mehmet
bu ara çözümü kabul etmedi ve komutanlarına kuşatmayı başlatmalarını emretti.
Osmanlı ordusu yoğun davul, kös, nakkare ve borularla savaşın başladığını ilan
ederken buna yanıt olarak Bizans’ta bütün kiliselerin çanları çalmaya başladı.
Burada İstanbul’u ve tarihi yarımadayı bilmeyenler için küçük bir bilgi notu
düşmekte yarar var. Tarihi İstanbul yani Konstantinopol şehri bugün bizim
bildiğimiz İstanbul’un tamamını kapsamaz. Konstantinopol, bir yanında
Haliç(altın boynuz), diğer yanında Marmara Denizi ve güneydoğu ucunda da
İstanbul Boğazının bulunduğu ve çevresi tamamen surlarla kaplı üçgen şeklinde
bir yarımadaya benzer. Yani eskiden İstanbul derken kastedilen yer burasıdır.
Daha da açarak ve basitleştirerek söylersek, bu tarihi yarımadanın dışındaki
yerler, yani örneğin bugün bizim İstanbul’un çeşitli semt ve ilçeleri olarak
bildiğimiz Taksim, Beşiktaş, Şişli, Sarıyer gibi semtler veya Anadolu
yakasındaki Üsküdar, Kadıköy gibi semt ve ilçeler İstanbul değildi. Dolayısıyla
kuşatıldığını ve fethedildiğini söylediğimiz yer sadece ve sadece sözünü
ettiğimiz, çevresi surlarla çevrili tarihi yarımadadır.
Bu tarihi yarımadanın çevresi surlarla çevriliyken, savaşın ağırlıkla
gerçekleştiği kara tarafı çift sıra surlarla çevriliydi. Bu bölümdeki iç
surlar İsadan sonra 5.yüzyılın başlarında imparator 2. Theodosius tarafından
yaptırıldı. Bu surlar Marmara Denizinden başlayıp Haliç yakınlarındaki Tekfur
Sarayına kadar uzanır. Sonraki dönemlerde bu iç surlara ek olarak bir de dış
sıra surlar inşa edilmiş ve bu dış surların önüne, herhangi bir kuşatma
sırasında düşmanın işini daha da güçleştirmek için, genişliği 20 metre,
derinliği 7.5 metre olan içi su dolu bir hendek yapılmıştır.
Bu arada şehrin içindeki atmosferden de biraz söz etmekte yarar var. Son
haftalarda İstanbul’da ve yakınlarında gerçekleşen bir dizi küçük çaplı deprem
ve sık sık bastıran korkunç yağmurlarla ortalığı sellerin götürmesi, zaten
batıl inançlarla dolu Bizans halkının moralini iyice bozmuştu. Her coğrafi
olaydan ilahi bir sonuç çıkarmaya ve dinsel hurafelere meyilli Bizans halkı
arasında dolaşan bir sürü din adamı kılıklı tip de abuk sabuk
söylentilerin yayılmasına katkıda bulunuyor ve halk arasında korkunun tavan
yapmasına neden oluyordu. Şehrin koruyucusu Bakire Meryem’in kendilerine
küstüğünü söyleyenler, Tanrı’nın, kendilerini cezalandırmak için Türkleri
gönderdiğini, savaşmayıp sadece dua edilmesini savunanlar, papanın dev bir
donanmayı yola çıkardığını, yakında gelip Türkleri tepeleyecekleri dedikodusunu
yayanlar, her gün Marmara Denizine bakan surların olduğu bölüme ve şehrin
ucundaki Akropolis’e(daha sonra üzerine Topkapı Sarayının inşa edildiği yer)
gidip ufka bakarak, Papanın yola çıkardığı rivayet edilen ve her an çıkıp
gelmesi beklenen donanmanın ufukta görünmesini bekleyenler…
Osmanlı ordusundaysa moraller hayli yüksekti. Konstantin’in teslim olmayı
reddetmesi askerler ve çapul beklentisiyle askere katılmış onbinler arasında
memnuniyet yaratmıştı. Artık Kuran’a göre 3 gün yağma hakları doğmuştu.
Yüzyıllar boyu görkemi, zenginlikleri dillere destan Konstantinopolis’i,
içindeki servetleriyle, köleleştirecekleri insanlarla, elde edecekleri
Bizans’lı dilberlerle birlikte ele geçirecekler ve evlerine döneceklerdi.
Mehmet’in emriyle askerin arasına yayılmış ulema ve din adamı, kentin
düşeceğini anlatan hadis’i ders gibi işliyor, kazandıklarında elde
edecekleri “helal ganimet”leri ballandırarak anlatıyor, ölürlerse, Allah
yolunda şehit olacaklarını ve hemen cennete gideceklerini söylüyordu.
İmparator Konstantin, halkın ve askerlerin moralini yükseltmek ve gücünü hem
sultana hem de halka olduğundan daha büyük göstermek amacıyla askerlerinin
surların dışına çıkarak surlar boyunca bir geçit töreni yapmalarını istedi.
Mümkün olduğunca iyi giyinmiş askerler, dik durarak, sert adımlarla,
kendilerine güvenli bir edayla,Türklerin biraz şaşkın bakışları arasında,
surların bir ucundan diğer ucuna havalı bir şekilde yürüyerek kendilerine ve
halka moral verdiler.
6 Nisan günü şafak vakti Şahi adı verilen topun ateşlenmesiyle savaş fiilen
başladı. Şahi topun ve diğer topların güllelerinin çıkardığı ses o kadar
korkunçtu ki ta Kalkedon’dan(Kadıköy), hatta Adalardan bile duyulduğu söylenir.
11 Nisandan itibaren top ateşi yoğunlaştı ve yavaş yavaş iki taraf ta kayıplar
vermeye başladı.
Rumlar top atışlarına Grejuva ateşiyle karşılık verdi. Kuşatma sırasında
şehirde bulunan ve savaşı günce tutarak yazan Venedikli doktor Nicolo
Barbaro'nun Konstantiniyye Muhasarası Günce’sinden, top atışlarının Bizans
halkı arasında oldukça moral bozucu bir etki yarattığını anlıyoruz.
Ve 12 Nisan 1453 günü, Fatih’in önceki yıl, Baltaoğlu Süleyman Bey’e
yapılmasını emrettiği gemilerden oluşan Osmanlı donanması Gelibolu’dan İstanbul
önlerine geldi. Şehir artık karadan ve denizden kuşatılmıştı. Konstantinopol'de
zaten bozuk olan moraller iyice bozuldu.
Şahi top surlara her çarpışta ciddi hasar veriyor, geride de çok sayıda ölü ve
yaralı bırakıyordu. İstanbul içindense binlerce insan her gün topların
yarattığı tahribatı gidermeye ve surların yıkılan bölümlerini onarmaya
çalışıyordu.
Nihayet olması beklenen o korkunç günlerden ilki geldi ve surlarda artık önemli
yıkıntılar oluştuğuna kanaat getiren Sultan Mehmet 18 Nisan akşamüstü genel
saldırı emri verdi. Yoğun ok atışı ve yürüyen savaş kuleleriyle desteklenen
birlikler savaş nidaları ve kulakları sağır eden davul, kös, nakkare ve boru
çalgılarla saldırıya geçtiler. Türklerle Bizanslılar arasındaki ilk yakın döğüştü bu. Yaklaşık 4 saat süren bu ilk cehennemi göğüs
göğse çarpışmada her iki taraf ta olağanüstü bir kahramanlık ve özveriyle
savaştı. Bizanslı savaşçılar bu çarpışma sırasında Osmanlıların yürüyen savaş
kulelerini yakmayı başardılar.
Bu ilk şiddetli çarpışmada Osmanlı ordusu binlerce kayıp verdi. Savaşı surların
arkasında karşıladıkları için doğal olarak Bizanslıların kaybı daha azdı ama
bu, sayılarının Türk ordusu karşısında aşırı derecede az olması nedeniyle bu
çarpışmadan zararlı çıkanın yine de Bizanslılar olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Yine de bu ilk gerçek kapışmanın Osmanlı Ordusundaki sonucu moral bozukluğu,
Bizans defansındaysa kısmi bir rahatlama ve kendine güven artışına neden oldu.
20 Nisan günü Konstantinopol kuşatmasının önemli olaylarından birinin gerçekleştiği gün olarak tarihe geçti. O gün Bizans’ın beslenme ve savunması için Papanın yolladığı içi
yiyecek dolu 3 Ceneviz gemisi ile bir Bizans gemisi istanbul’a geldi. Fatih
donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman Bey’e her ne pahasına olursa olsun düşman
gemilerini durdurmasını, komutanlarının tutuklanarak kendisine getirilmesini
veya öldürülmelerini emretti.
Yaklaşık 150 gemiden oluştuğu söylenen Osmanlı gemileri bu dört geminin üzerine
yürüdü ve saldırıya geçti. Burada belki de dünyanın en tuhaf deniz savaşlarından
biri gerçekleşti. Osmanlı donanması sayıca çok üstündü ancak Osmanlıların gemi
teknolojisi o dönemlerde geri olduğundan Bizans ve Ceneviz gemileriyle
karşılaştırıldıklarında bordaları çok alçak ve onların yanında adeta sandal
gibi kalıyordu. Hıristiyan gemiciler deniz savaşlarında tecrübeliydiler. Buna
karşılık Osmanlılar henüz bu işin yabancısıydılar.
Osmanlı ordusunun, padişah Mehmet'in ve İstanbul halkının surlardan bir maç
izler gibi izlediği bu korkunç gürültülü deniz savaşı yaklaşık 3 saat sürdü.
Osmanlı gemicileri düşman gemilerini aşağıdan tutuşturarak yakmaya, kargı ve
baltalarla küpeştelerini kırmaya ve gemilerin üzerine sıçrayıp demir ve
halatlarına asılarak içlerine girmeye çalışıyorlardı. Ancak başaramıyorlardı.
Zırhlı Ceneviz gemicileri, tırmanmaya çalışanların ellerini baltalarla kesiyor,
kafalarını topuzlarla kırıyor, içi su dolu varilleri yukarıdan aşağıya
boşaltarak hem çıkarılan yangınları söndürüyor, hem de gemiye çıkmaya
çalışanları boğarak öldürüyorlardı.
3 saat süren çarpışmadan sonra hıristiyan gemileri, teknik ve tecrübe
üstünlüklerinin verdiği avantajla Türk gemilerine önemli kayıplar verdirip,
çıkan lodostan da faydalanarak aralarından sıyrılmayı başardı ve çarpışmayı
Akropolis’in sırtlarından izleyen İstanbul halkının sevinç çığlıkları arasında,
Sarayburnu’yla Galata arasında gerilmiş olan zincirin gevşetilmesiyle limana
girdi.
Hemen herkes İstanbul’un fethini simgeleyen, Fatih’in atını denize sürdüğü bir
resim görmüştür. İşte o resim bu çarpışmayı atının üzerinde izleyen Fatih’in
öfkeyle bağırıp çağırdığı ve kendini tutamayıp neredeyse atını denize doğru
sürmek istediği o anı simgelemektedir.
Yenilgiyle sonuçlanan bu çarpışma Osmanlı ordusunda büyük bir moral bozukluğuna
neden oldu. Büyük bir öfkeye kapılan Sultan Mehmet donanma komutanı Baltaoğlu
Süleyman’ın huzuruna getirilmesini istedi. Çarpışmaya bizzat katılan ve
yaralanmış olan Baltaoğlu, kafası gözü kan içinde Fatih’in huzuruna çıkarıldı.
Fatih onu yere yatırmalarını istedi ve topuzuyla Baltaoğlu’nu ağır bir şekilde dövdü.
Kellesinin vurulmasını emrettiyse de oradakilerin yalvarmasıyla hayatını
bağışladı. Ancak bütün malına mülküne el konuldu ve görevden alındı.
Bizans’lılar ise bu zafer üzerine uzun süre sonra ilk kez moral buldular, hatta
savaşı kazanabilecekleri umuduna bile kapıldılar. Bu moral ve maddi kazanımı
barışa çevirmek için Sultana elçi göndererek senede 70 bin altın vergi vermek
ve İstanbul’un zaptiye memurlarının padişah tarafından atanmasını kabulle barış
teklifinde bulundular.
Osmanlı divanı Bizans’ın barış teklifini görüşmek üzere toplandı. Eskiden beri
Bizans’ın işgalini uygun bulmayan ve bu savaşa soğuk bakan Çandarlı Halil paşa,
savaşın sürdürülmesinin tehlikeli olduğunu, ileride Bizans’a Avrupa’dan daha
fazla yardım geleceğini, bu nedenle bu önerilerin kabul edilmesinin iyi
olacağını savundu. Ancak Sultan Mehmet’i motive eden savaş fraksiyonu Zaganos,
Akşemsettin ve Molla Gürani Çandarlı’ya şiddetle karşı çıkarak anlaşmaya razı
olmadılar. Fatih de ağırlığını onlardan yana koydu. Divandan savaşa devam
kararı çıktı.
Vee o ünlü olay günü geldi çattı. 22 Nisan sabahı uyanan Bizanslılar Haliç’te
gördükleri manzarayla dehşete kapıldılar. Osmanlı gemileri Haliç’teydi.
Bizanslılar bu gemilerin nereden geldiğini anlamadılar. Şehre büyük bir dehşet
havası hakim oldu. Artık şehir dört tarafından kuşatılmıştı.
Haliç’in girişine çekilen zincir yerinde duruyordu. Çifte sütunlar(bugünkü
Dolmabahçe Sarayı'nın olduğu yer) önünde bekleyen Osmanlı donanmasının
sayısında bir azalma olmamıştı. O halde bir sabah ansızın Haliç’te ortaya çıkan
bu gemiler nereden çıkmıştı? İşte ağırlıkla Türk tarihçilerinin gemilerin
karadan yürütülerek Haliç’e indirildiğini iddia etmelerinin nedeni budur.
Burada durup savaşın gidişatını değiştirdiği söylenen bu olay hakkında biraz
kelam etmekte yarar var. Bizimkiler "karadan gemiler yürütüldü"
derken kastettikleri, gemilerin "Çiftesütunlar mevkiinden" Pera
tepeleri aşılarak, yani basbayağı gemiler yokuş yukarı, karadan yürütülerek
Kağıthane taraflarından aşağı Haliç'e indirildiği yönündedir. Bu teknik olarak
imkansız olduğu gibi, böyle bir harekatın Bizans'lıların haberi olmaksızın
gerçekleştirilmesine imkan yoktur. Kaldı ki savaşın başından sonuna kadar
ikiyüzlü bir politika izleyen Pera'lılar(Ceneviz'liler), gündüzleri Türk
karargahından İstanbul'un içine, geceleri de İstanbul'un içinden Türk
karargahına haber taşıyorlardı. Böylece, sonunda kim kazanırsa, "bizim
sayemizde kazandınız" diyeceklerdi. Böyle bir eylemi Bizans'lılara haber
vermemelerine imkan yok.
Neredeyse kesine yakın ihtimalle olan şudur. Evliya Çelebi ve bazı başka
kaynakların bir ihtimal diyerek belirttiği şey, Fatih’in, çok önceden,
adamlarına, Kağıthane deresi içlerindeki ormanlık alanda gemileri üretmelerini
ve Haliç’e indirmelerini emrettiğidir. Fatih sonradan Haliç'e indirilecek olan
gemileri orada üretti. Yani kuşatma ve savaş devam ederken gemiler yapılıyordu.
Gemi dediğim bordaları son derece alçak ve Bizanslıların ve batılıların
gemileriyle karşılaştırıldığında çok küçük kalan ve savaş kazanma şansı hiç
bulunmayan gemilerdi bunlar ve bu gemiler buradan denize indirildiler. Bu
teknik olarak yapılmayacak bir şey değil.
Yani Bizans'lıların bir sabah kalktıklarında Türk gemilerini Haliç'te görüp
şaşkınlığa uğradıkları doğrudur. Zaten Nicolo Barbaro'da Konstantiniyye Muhasarası
günlüğü'nde bunu doğruluyor. Ama öyle bizim eski tarihçilerden bazılarının
söylediği gibi 20 Nisan deniz savaşında alınan yenilgi üzerine Fatih’in,
gemileri karada yürüterek Haliç’e indirdiği savının hiçbir inandırıcılığı
yoktur.
Fatih'in gerçekleştirdiği bu operasyon tarihte daha önce denenmemiş ve
yapılmamış bir şey değildi. Yine de bu Fatih'in zekasını, hırsını ve azmini
göstermesi bakımından çok önemli bir hamleydi.
Osmanlı gemilerini Haliç'te gören Bizanslılar büyük bir paniğe
kapıldılar. İmparator derhal yöneticilerini topladı ve Bizanslılar bu konuda ne
yapılabileceğini tartışmaya koyuldular. Bazı komutanlar bir gece baskınıyla
Türk donanmasının yakılmasını önerdi ve bu öneri kabul edildi. Bu iş için başta
Trabzon’lu usta denizci Giacomo Coco olmak üzere en cesur kişiler gönüllü oldu.
Baskın tarihi belirlendi. Ancak baskının yapılacağı tarih bir nedenle bir kaç
gün ertelendi. Bu erteleme kararı yöneticiler arasında huzursuzluğa yol açtı.
Çünkü Pera'da oturan Ceneviz'lilere güvenmeyen bazı soylular, son derece gizli
tutmaya çalıştıkları operasyon hazırlığı bilgisinin bazı Cenevizliler
tarafından Türklere sızdırılacağından korkuyorlardı.
Korkulan başa geldi ve baskın bilgisi ve tarihi Türk tarafına sızdırıldı. Türk
tarafı baskından haberi yokmuş gibi davrandı. Baskın günü gelip çattı ve
gecenin koyu karanlığında Bizans donanmasına bağlı, içi genç Bizanslı
savaşçılarla dolu gemiler Haliç'in güney yakasından sessizce demir alarak
Haliç'te beklemekte olan Türk gemilerine yavaşça ve görünmeden yaklaşmaya
başladılar. Plana göre içi pamuk balyalarıyla dolu gemiler Türkler uykudayken
ansızın Türk gemilerine bordalayacak, Bizanslılar pamuk balyalarını ateşe
vererek ordan uzaklaşacak ve Osmanlı donanmasını ateşe vereceklerdi. Yolun
yarısına kadar Türk gemilerinde herhangi bir hareket görülmedi. Ancak iyice
yaklaştıkları sırada bir Türk gemisinden açılan ateş Bizanslı askerlerin
bulunduğu bir tekne(gemi)yi tam ortadan ikiye böldü. Kısa süren bir savaş oldu
ve Bizans tekneleri batırıldı.
Bizanslı askerler suya atlayarak canlarını kurtarmaya koyuldular. Ancak
karanlığın ve kargaşanın içinde Türklerin bulunduğu tarafa doğru yüzdüler ve
karaya çıkarak Türklere esir düştüler.
Fatih ertesi gün surların önünde sıra sıra kazıklar hazırlattı. İstanbul'lular yapılan hazırlıkları dehşetle izlediler. Sağ kalıp esir
düşen bu Bizanslı askerler, İstanbul halkının gözleri önünde törenle kazığa
geçirilirken bir çok kişi ağlıyor, durumu kaldıramayanlar kusuyordu.(Nicolo
Barbaro ve Bizans kaynakları ölenlerin isimlerinin listesini bile
yayınlamıştır.) Amaç imparatora ve Bizanslı yöneticilere göz dağı vermek,
teslim olmazlarsa sonlarının ne olacağını göstermekti.
28 Nisan günü öğleden sonra tüm surlardan görülebilen kazığa geçirilmiş İtalyan
cesetleri gerçekten de Fatih’in beklediği etkiyi yaptı. Şehirde bu cesur,
idealist gönüllüler için inanılmaz gözyaşı döküldü. Burada kişisel bir fikrimi
belirtmeden geçemeyeceğim. Osmanlı’nın ele geçirdiği esirleri bu kadar kolayca,
hiç düşünmeden, vahşice öldürmesi, bu olaylar bundan 561 yıl önce cereyan
ediyor olsa bile, yani insanlığın çok daha ilkel dönemlerinde geçiyor olsa
bile, yani o dönem için bile biraz fazla vahşi kalıyordu. Ancak Türklerin bu
kazığa geçirme yöntemini Balkan Hıristiyanlarından öğrendiğini öğreniyoruz.
Ancak üzüntü kısa sürede öfkeye dönüştü. Kuşatmanın başlangıcından beri şehirde
260 tane Türk tutsağı vardı. Bazı Venedikli ve Cenevizli komutanlar imparatora
filan haber vermeden esir Türkleri almaya gittiler, surların üzerine çıkardılar
ve Türk ordusunun gözü önünde hepsini astılar. Bazıları bunu imparatorun
emriyle yapıldığını söylüyorsa da ben bu eylemin daha çok öfkeden gözü dönen ve
arkadaşlarının intikamını almak isteyen Venedikli ve Cenevizli askerlerin,
imparatorun emrini filan beklemeden yaptığını, imparatorun da, elinin mahkum
olduğu bu adamlara ses çıkarmadığını sanıyorum.
Savaş uzadıkça Bizans donanmasını oluşturan farklı milliyetlere mensup
birlikler arasında zaten var olan gerginlik artmaya başladı. İmparator
Konstantin, Rumlarla İtalyanlar, geleneksel düşmanlar olan Venediklilerle
Cenevizliler ve bütün Katoliklerden nefret eden Lukas Notaras’la Justiniani
arasında zaman zaman yaşanan bu gerginlikleri yatıştırmaya, bir burçtan
diğerine seğirterek herkesi motive etmeye çalışıyordu.
Mayıs ayı geldiğinde şehirde açlık, kıtlık ve karaborsa baş
göstermeye başladı. Bizanslı nöbetçiler yiyecek aramak için giderek daha sık
nöbet yerlerini terk etmeye başladılar.
Bu arada Osmanlı’nın, daha doğrusu Fatih’in bu savaşta uyguladığı bir taktiğe
de değinmekte yarar var. Osmanlı ordusunda yaklaşık 30.000 cıvarında hıristiyan
asker vardı. Ancak bunlar savaşa kendi istekleriyle gelmiş değillerdi. Bu
insanlar İstanbul'dan önce Fatih'in babası 2. Murat tarafından fethedilmiş
Avrupa topraklarından zor kullanılarak getirilmiş gençlerdi. Bir kısmı asker
bile değildi. İstanbul kuşatmasında bu "askerler" uzun süre yıpratma
savaşında kullanıldılar. Şöyle ki: Fatih kuşatmayı başlattığında öncelikle bu
hıristiyan askerler öne sürüldüler. Karşı ateş, kızgın yağ ve oklar üzerlerine
yağdığında gerisin geri kaçtılar. Ancak kendilerini gerilerde yeniçeri
çavuşları bekliyordu. Bu ilk halkayı oluşturan yeniçeri çavuşlarının görevi,
kaçanları kırbaç ve topuzlarıyla geri döndürmek ve savaşmaya zorlamaktı. Bu ilk
halkadan kurtulmayı başarıp geriye kaçmaya devam edenleri ise daha kötü bir
akibet bekliyordu. Daha gerideki 2. halka yeniçeri çavuşları, ilk halkayı yarıp
kaçmayı başaranların kellelerini uçuruyordu.
Böylece geriye kaçsa kellesi uçurulacak, ileriye gitse kızgın yağların ve
okların altında kalacak olan bu zavallılar, bir süre sonra deney hayvanlarının
gösterdiği "öğrenilmiş korku refleksi"ni sergileyerek, yine de en
iyisinin savaşmak olduğuna kanaat getirdiler. Ne de olsa bu seçenekte az da
olsa yaşama ihtimali vardı. Fatih bu şekilde bunları haftalar boyu kullanıp
yıpratma savaşı uygulayarak hem düşmanın savaşma kabiliyeti hakkında fikir
sahibi oldu, hem de düşmanı yordu. Uzun bir süre yeniçerilere ve profesyonel
askerlere fazla iş düşmedi.
Surların yeterince hırpalandığını düşünen Fatih 6 Mayıs gece yarısı 30.000
kişilik bir kuvvetle Lycus ırmağı(Bayrampaşa Deresi) üzerindeki surlara baskın
bir saldırı gerçekleştirdi. Ancak Rumların etkili savunmasıyla önemli kayıplar
vererek geri püskürtüldü. Yine 2 günlük yoğun bir top ateşi. Ardından 12
Mayıs’ta bu kez 50.000 kişilik bir kuvvetle Harissos Kapısı ile Eğri Kapı
arasında iyice yıkılmış olan surlara üçüncü kez genel bir saldırı düzenledi.
Ancak bu saldırı da Justiniani’nin etkili komutasıyla Bizanslı askerlerce ağır
kayıplar verdirilerek püskürtüldü.
Bu arada Osmanlı ordusu zaman zaman çok iyi tahkim edilmiş ve yüksekliği
surların yüksekliğini aşan içi asker dolu kulelerle saldırılar düzenledi.
Bütün bu uzun direniş günleri boyunca Bizans’ın beklediği Venedik yardımı
gelmedi. Mayıs ayının ortalarında Bizanslılar Türk kıyafeti giydirdikleri bir
düzine gemiciyi küçük bir gemiye bindirerek, Osmanlı donanmasına hissettirmeden
gece karanlığında Haliç’ten çıkarıp, geleceklerini umdukları Venedik gemilerini
aramak ve onları karşılamak üzere Marmara ve Ege Denizine yolladılar. Ancak
Ege’ye kadar giden gemiciler Venedik donanmasından hiç bir ize rastlamadı ve
bir sadakat örneği göstererek İstanbul’a geri döndüler.(Hazır İstanbul’dan
çıkmışken rahatça kaçabilirlerdi de)
Toplar surları aralıksız dövmeye devam ediyor, moraller düşüyor ve genel bir
saldırının yaklaşmakta olduğu hissediliyordu. Venedik’ten gelmesi beklenen
donanmadan herhangi bir haber yoktu. Ne yapılacağı konusunu müzakere etmek için
komutanlar, önemli kişiler ve din adamlarından oluşan bir konsey toplandı.
Burada üst düzey komutanlar, imparatoru şehirden ayrılması, Peleponnes’e
gitmesi, güç toplaması ve saldırıya geçmesi için ikna etmeye çalıştılar.
İmparator Konstantin, söylenenleri dinledikten sonra uzun bir sessizliğe gömüldü.
Daha sonra gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı. Nestor İskender’in
aktardığına göre özetle şunları söyledi: “Bu öğütleriniz için size şükran
duyuyor ve teşekkür ediyorum. Ancak bunu nasıl yapar, şehrimizi, kilisemizi ve
halkımızı nasıl bırakıp gidebilirim? Dünya benim için ne der? Yalvarırım
söyleyin bana. Hayır dostlarım hayır. Burada kalıp sizinle birlikte öleceğim”.
Bu konuşma diğer konsey üyelerini de göz yaşına boğdu.
Surların önündeki hendek bir uçtan bir uca, kaldırılmadığı için feci şekilde
kokan onbinlerce insan cesediyle doluydu. Günler bombardıman, saldırı, onarım
gibi bir rutine dönüşmeye başladı. Hem askerler, hem de siviller dövüşmekten,
duvar onarmaktan, ceset gömmekten bitkin düşmüş, usanmıştı. İşledikleri günahlar nedeniyle Tanrının kendilerini cezalandırdığını düşünen Konstantinopolis’liler giderek daha çok kiliselere ve ikonalara yöneldi
Kendi
manastırına çekilmiş, etrafa lanet okuyan, kiliselerin birleştirilmesi
anlaşmasını imzaladığı için “ruhunu şeytana satmış imparatorun” yanında
savaşılamayacağını açık açık vazeden papaz Gennadius’un “Siz silahlarınıza mı
yoksa Tanrı’nın gücüne mi güveniyorsunuz budalalar! Bırakın Türkler şehre
girsin. En fazla Forum Konstantin’e kadar gelebilirler.(Bugünkü Çemberlitaş)
Orada gökten bir melek zuhur edecek ve Türkleri geldikleri Asya içlerine kadar
kovalayacak. Gidin Tanrı’ya dua edin” şeklindeki vaazlarına inanan, daha
doğrusu inanmak isteyen insanların en sık yaptığı şey dua etmekti.
Sona doğru
Mayıs’ın son haftalarına girerken şehirde din kaynaklı korkular alabildiğine
arttı. Şehir halkı içinde deccalin, Mehmet’in sıfatında gelip kapıya
dayandığına inanan çok sayıda insan türedi. Ortalık alamet yorumcusundan
geçilmez oldu. Bir çocuk kent surlarını koruyan meleğin görev yerini terk
ettiğine tanık olmuştu. Kabuklarından kan sızan midyeler bir araya
toplanmıştı. Büyük bir yılan toprağı kasıp kavurarak yaklaşırken görülmüştü.
Bir kadın kilisede önünde dua ettiği Meryem Ana ikonunun gözlerinden kanlı
gözyaşları döküldüğünü yeminle anlatıyordu.
25 mayıs sabahı büyük bir kalabalık Bakire’den koruma talep etmek üzere
Prookhotoi ‘deki(bugünkü Cankurtaran semti) Hagia Maria kilisesinde toplandı.
Ahşap bir palet üzerine yerleştirilmiş Hodegetria’yı(sol kolunda çocuk İsa’yı
taşıyan Meryem ikonası) omuzlara alarak dar yokuşlar boyunca yürüyüşe geçtiler.
Halk yalınayak yürüyerek kutsal ilahiyi söylüyordu. İkona birdenbire hiçbir
sebep olmaksızın taşıyanların elinden yüzüstü yere düştü. Dehşete kapılan
insanlar, bağırış çağırışlar arasında İkonayı yerden kaldırmaya çalışıyor, ama
ikona yere yapışmış gibi kalkmıyordu. Sonunda güç bela kaldırdılar ve geçit
alayı yeniden yürüyüş düzenine geçti. Ancak birden bire gök adeta patladı ve
bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Bunu müthiş bir dolu takip
etti. Kalabalık yürüyemez hale gelmişti. Sonunda yürüyüşten vazgeçildi ve halk
evlerine geri dönerken duruma kesin tanısını koymuştu. Bakire Meryem dualarını
geri çevirmişti. O artık onları terk etmişti. Kıyamet yakındı ve Türkler Tanrı
tarafından Hıristiyanların günahlarını cezalandırmak için gönderilmiş
musibetlerdi.
Osmanlı tarafında da moraller pek iyi değildi. 7 haftadır hem karadan hem
denizden şehre sayısız saldırı yapılmış, surlar her gün aralıksız top ateşine
tutulmuştu. Onbinlerce kayıp vermişler, hendekler ağzına kadar Osmanlı askeri
cesediyle dolup taşmıştı. Ama işte hala surlar ayaktaydı. İmparatorun çift
başlı kartalı surlarda dalgalanmaya devam ediyordu.
7 haftalık bir savaştan sonra iki tarafın da üzerine müthiş bir bezginlik çökmüştü.
Türk karargahında da bir takım dedikodular, söylentiler dolaşıyordu.
23 mayıs günü, Venedik’ten yardım gelmeyeceği haberini getirmek için şehre
gelen Venedik brigantini, Türkler tarafından, gelmek üzere olan bir yardım
donanmasının öncüsü zannedilmişti. Ertesi gün çadırlar arasında, güçlü bir
yardım filosunun Helles Pontos’tan(Çanakkale Boğazı) yola çıktığı, heybetli
John Hunyadi kumandasındaki bir Macar haçlı ordusunun Tuna’yı geçtiği ve
Edirne’ye doğru yürüdüğü söylentisi yayıldı.(Bu tür söylentilerin asker
arasında savaş isteğinin kaybolmaya yüz tuttuğu bir dönemde ortaya çıkması
genellikle rastlantı değildir. 3 ihtimalden söz edilebilir. 1. Asker geri
dönmek istediği için gerekçe yaratmaya çalışmaktadır. 2. İmparator Konstantin
psikolojik savaş yürütmekte ve bu tür uydurma haberleri Osmanlı karargahına
sızdırarak düşmanın moralini bozmaya çalışmaktadır. 3. Çandarlı Halil Partisi
devrededir ve askeri, Mehmet' e karşı isyana hazırlamak için fısıltı gazetesini
devreye sokmuştur.)
Ancak bu kasvetli ve bıkkın hava Sultan Mehmet’i aynı zamanda, öyle ya da böyle
bu işi bir an önce bitirmek için acele etmeye de zorluyordu. O nedenle şehri
daha fazla kayıp vermeden barış yoluyla almak için 2. bir deneme daha yapmaya
karar verdi. İsfendiyaroğlu Kasım’ı, Konstantin’le tanışık olmalarından ötürü
yeniden elçi olarak yolladı. Mehmet’in bu hamleyle ikili bir amaç güttüğü
sanılıyor. 1.si içeriye sokacağı elçiler aracılığıyla düşmanın moral durumunu
ve yıkımın düzeyini içeriden öğrenmek. 2.si ve daha önemlisi, Konstantin’i
şehri teslim etmeye ikna ederek, aldıktan sonra başkenti yapacağı bu dünyalar
güzeli şehri yağma ve yıkımdan kurtarmak. Oysa düşmanın teslim olmaması
halinde, şeriatın hükmü gereği askerlerinin şehri yağmalamalarını
engelleyemeyecekti. Hele askerlerin motivasyonunun düşmeye başladığı şu
sıralarda, onları yeniden hevesle savaştırabilmesi için yağma sözünün altını
özellikle çizmekten başka çaresi yoktu.
Türk elçileri görüşmek istediklerini belirten flamalarıyla surlara yaklaştılar.
İmparator Konstantin elçileri kabul etmeden önce komutanlarıyla ayaküstü acele
bir toplantı yaptı ve onlara, askerlerine, yorgunluklarını ve uykusuzluklarını
hiç belli etmemeleri, elçi heyetinin sur içine girdiği andan başlayarak
surlardan dışarı çıkana kadar sürekli neşeli, mutlu, kendilerinden emin ve
kaygısız görünmeleri direktifini vermelerini istedi. Emir elçinin içeri giriş
yapacağı kapının yakınında konumlanmış olan bütün askerlere ve görüşmede
yanında bulunacaklara iletildi.
İsfendiyaroğlu Kasım içeri kabul edildi ve Mehmet’in bir önceki teklifinden çok
da farklı olmayan, ama buna ek olarak imparatora Mora despotluğunun
verileceğini bildiren teklifini iletti. Konstantin yine “ne kadar ağır olursa
olsun istenen vergiyi vereceğim. Ama şehri teslim edemem” cevabını verdi.
İşte tam bu sırada Sultan Mehmet açısından ya hemen harekete geçilmesi ya da bu
işten vazgeçilmesini gerektiren bir gelişme oldu. Osmanlı karargahına gelen
Macar Elçisi, Hunyadi Yanoş’un naiplikten çekildiğini, yeni kral Vladislas’ın
Türklerle imzalanan 3 yıllık barış anlaşmasını tanımadığını bildirdi. Yeni kral
ayrıca padişahın İstanbul kuşatmasını hemen kaldırmasını istiyor, büyük bir
müttefik donanmasının da Bizans’a yardım için yola çıkmış olduğunu haber
veriyordu.
Bizans’a yardıma gelen Macarlar...yola çıkan Avrupa donanması... Mehmet’in canı
uzun süredir hiç bu kadar sıkılmamıştı. Askerler uzun süredir devam eden kuşatmadan usanmış görünürken gelen bu haber
her şeyin üzerine tüy dikmişti. Divanı toplamaktan başka çaresi yoktu.
Osmanlı savaş divanı son kez 27 Mayıs 1453 günü akşamüzeri, San Romano
Kapısının yaklaşık 1 kilometre ilerisindeki küçük bir tepeciğin üzerinde kurulu
bulunan Fatih’in büyük, kırmızı renkli çadırında toplandı. Osmanlı’nın kendi
tarihi boyunca yaptığı en önemli toplantılardan biri kanımca buydu. Osmanlı
Devletinin, Bizans’ın, Konstantinopol’ün ve hatta kısmen Avrupa’nın geleceğinin
nasıl şekilleneceğini belirleyecek olan hayati kararın alınacağı toplantı,
“tamam mı devam mı?”nın ötesinde iki sınıf arasındaki mücadelenin sonucunu da
tayin eden toplantı oldu.
Burada taraflar son kozlarını paylaştılar. Osmanlı yerli feodal
aristokrasisinin ve neredeyse Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri devlete
hizmet veren Çandarlı ailesinin temsilcisi, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa,
Fatih’in ve Zaganos Partisi üyelerinin nefret dolu bakışları altında yaptığı
uzun konuşmada bütün gücüyle fethe ve kuşatmaya karşı çıktı ve onbinlerce ölü
verildiğini, ancak surların aşılamadığını, imparatorun ağır bir vergiye
bağlanarak kuşatmanın kaldırılmasını, aksi takdirde bütün Haçlı ordusu ve
Avrupa donanmasının üstlerine geleceğini söyledi. Bunca insan kaybı, bunca
yıkımdan sonra yeni bir Haçlı saldırısını göze almanın maceracılık olacağını ve
bunun da devletin sonunu getireceğini söyledi. Divandaki Çandarlı Halil
Partisine bağlı paşalar bu görüşü desteklediler.
Çandarlı gergindi. Çünkü artık sadece çıkarlarını savunduğu sınıf adına değil,
olayların geldiği bu noktadan sonra kendi hayatı için de konuştuğunun
farkındaydı. Eğer Mehmet başarılı olur da şehri alırsa kellesinin gideceğini
muhtemelen anlamıştı. Mehmet onu öldürmeyi kafasına koymamış olsa bile, onun
beraber hareket ettiği hizip başları ona bunu yaptırtacaklardı nasıl olsa.
Konstantinopol’ün fethi, şimdiye kadar yaptıkları fetihlerin hiç birine
benzemeyecek, yeniçerileri 3 gün süreyle ganimete ve zenginliklere boğmuş ve
kendisini Diyar-ı Rum’un da imparatoru ilan etmiş bir “Kayzer(Sezar) Mehmet”in
kendisini öldürtmesi, artık kendisini seven yeniçerlerin de umurunda
olmayacaktı.
Bu konuşmaya karşılık, Fatih’in de sırtını dayadığı hıristiyan kökenli yönetici
fraksiyonun lideri ve savaşçı hizbin başı Zaganos(Grek kökenliydi) yaptığı
konuşmada bütün gücüyle fetihten ve kuşatmanın devamından yana tavır koydu.
Avrupa politik dünyası konusunda uzman denilecek düzeyde bilgi sahibi olduğu
anlaşılan Zaganos, Hıristiyan hükümdarların, aralarındaki çatışmaları aşarak
Osmanlı’ya karşı birleşmelerinin kısa dönemde olanaksız olduğunu, 50 gündür
yapılan top atışlarıyla surların harabeye çevrildiğini, düşmanın savunma
gücünün en alt düzeye indirildiğini ve Konstantinopol’ün ya şimdi alınacağını
ya da bir daha hiçbir zaman alınamayacağını söyleyerek Çandarlı’yı korkaklıkla
suçladı ve onun hain olduğunu ima eden sözler sarfetti.(bazı kaynaklar
Çandarlı’nın bu sözler üzerine, bir padişahın önünde yapılması hayal dahi
edilemeyecek bir şey yaptığını ve “sen kime korkak dersin bre!” diyerek
Zaganos’un üzerine yürümeye kalktığını söylerse de bunun kesinlik kazanmamış
bir spekülasyon olduğunu belirtelim)
Zaganos’un yaklaşımı Akşemsettin ve Molla Gürani tarafından da dini
gerekçelerle desteklendi.
Tıpkı Çandarlı gibi Mehmet de, yaşanan bunca olaydan ve gelinen bu noktadan
sonra konunun artık sadece, beraber hareket ettiği hizbin çıkarlarıyla değil,
kendi padişahlık konumu, hatta hayatıyla ilgili olduğunun farkındaydı.
“Kuşatmayı kaldırıyoruz. Geri dönüyoruz” diyecek bir Mehmet’in artık zerre
kadar prestiji kalmayacak, zaten kendisinden çok Çandarlı’nın sözüne kulak
vermeye eğilimli yeniçerilerin, üstelik bir de çekilen bunca çileye rağmen
herhangi bir ganimet elde edememiş yeniçerilerin karşısında son derece zayıf
bir duruma düşecekti. Böyle bir durumda daha Edirne’ye bile dönmeden,
Çandarlı’nın, bir işaretiyle yeniçerileri kendisine karşı ayaklandırması,
tahttan indirmesi, hatta öldürtmesi bile mümkün olacaktı.
Özetle söylersek her iki taraf ta birbirine "rest" dedi. Kesinleşen bir şey daha vardı. Fatih de Çandarlı da, kuşatmanın nasıl sonuçlanacağına bağlı olarak, ikisinden birinin kellesinin gideceğini anlamışlardı. Savaş
kazanılırsa bu Çandarlı hizbinin, kaybedilirse Zaganos hizbinin sonu olacaktı.
Aslında divanda haklı taraf yoktu. Feodallerle asalaklar sınıfının
mücadelesiydi yaşanan.
Tam bu noktada İstanbul’un alınmasının bugün yaşayan
bizlere pahalıya mal olduğunu, artık fetih, sefer gibi şeylerle değil de
üretimle ilgilenilmesini savunan feodaller sınıfının kesin ve kalıcı bir
yenilgisiyle ve devletten tasfiyesiyle sonuçlanmasının ve asalaklar sınıfının
da yüzyıllar boyu sürecek egemenliğini başlatmasının bizim bugünkü geri
kalmışlığımızda önemli bir payı olduğunu söylemenin mümkün olduğunu
düşünüyorum. Eğer mücadeleyi Çandarlı Partisi kazansaydı İstanbul bugün bizim
olmayacaktı belki ama bu kayıp, üretime ve bunun doğal sonucu olarak teknolojik
gelişmelere odaklanmak zorunda kalacak bir feodaller aristokrasisi, daha sonra
kendi bağrından kapitalist toplumun çok daha erken çağlarda filizlenmesine
olanak verebilecekti.
Fatih ağırlığını, her zamanki gibi, hıristiyan kökenli bürokratlardan yana
koydu ve divandan bir an önce bu işin bitirilmesi ve genel taarruza geçilmesi
kararı çıktı. Şehir alınana kadar Macar elçileri alıkonulacak, yolda olduğu
iddia edilen yardım donanması gelmeden şehir ele geçirilecekti. Fatih askeri
şevke getirmek için de şehrin kendisi ve resmi binalar hariç her şeyi
askerlerin hakkı ilan etti ve 3 gün boyunca askere yağma serbestisi tanıdı.
Fatih’in genel ve nihai saldırı için temel taktiği, Bizanslıları sürekli savaş
durumunda tutmak, yormak, bitap düşürmek ve sonunda savaşamaz hale getirmekti.
Uzun süredir devam eden kuşatma sırasında Bizans’lıların sayısının çok az
olduğunu anlamışlardı. Aynı Bizanslı askerler dili bir karış dışarıda, yarı aç
ve yorgun bir şekilde bir burçtan diğerine koşturuyor, azıcık zaman bulurlarsa
surların üzerinde uyumaya çalışıyorlardı.
Ancak düşmanı sürekli savaş durumunda tutmak ve sonunda artık savaşamaz hale
getirmek demek onbinlerce kişinin sürekli kale duvarlarına tırmanmaya
zorlanması demek olacak, yine bu da onbinlerce kişinin kırılmasına razı
olunması demek olacaktı. Bunun ne Fatih ne de fetihçi fraksiyon için zerre
kadar önemi yoktu. Nasıl olsa sayısal olarak asker sorunları yoktu.
Mehmet genel taarruz öncesi tüm komutanlara bir konuşma yaparak her türlü mal
ve ganimetlerin onlara, sadece arazi ve resmi binaların kendisine ait olacağını
belirtti. Ancak daha sonra çok önemli olan şu uyarıda bulunmayı ihmal etmedi:
“Kaleye ilk çıkacak olan kahramanlara tımar ihsan edilecek, kaçmaya
kalkanlarınsa derhal boyunları vurulacaktır.”
28 mayıs günü pek savaş olmadı. Osmanlı askerleri günü genel taarruza
hazırlanmak için binlerce merdiven ve hasır yapmakla ve diğer hazırlıklarla
geçirdi. Tellallar davullarıyla karargahın içinde dolaşarak sultanın emirlerini
duyuruyordu. Gece her çadırın önünde iki ateş yakılacak ve bu ateşler öylesine
büyük olacaktı ki verdikleri ışıkla ortalık gündüz gibi aydınlanacaktı.
Gece oldu. Ateş çemberi kamptan başlayıp tüm ufku kaplayacak şekilde Galata’nın
gerisindeki tepelere ve boğazın öte yanındaki Asya kıyılarına yayıldı.
Burçlardaki Bizanslı askerler bu manzarayı korku ve şaşkınlıkla izliyordu.
Ortalık o kadar aydınlıktı ki çadırlar tek tek sayılabilirdi. Bu muazzam ışık
seline bir süre sonra davullar, ziller, nakkareler ve borularla yapılan
coşturucu ve cehennemi bir ritm eşlik etti. Daha sonra da bütün bir karargahtan
yükselen “la ilahe illallah” sesleri. Bu sesler yükseldi, yükseldi ve sonunda
öyle bir hale geldi ki duyanlar adeta göğün yarıldığını sandı. Osmanlı kampında
nihai hücuma kendini adamanın yarattığı olağanüstü heyecan yaşanıyordu.
Ne olup bittiğini anlamak için surlara koşturan insanlar önce Osmanlı
karargahında yangın çıktığını sanıp sevindi. Ancak uçsuz bucaksız tarlalarda,
vadilerde görülen bu ışık ormanının, Türklerin zaferlerini şimdiden kutlamaya
başladıkları anlamına geldiğini anlamaları uzun sürmedi. Bu dinsel ateşlilik
gösterisini hayret ve korkuyla surlardan izleyen insanlar kıyamet gününün
geldiğini anladılar. Hayret ve korku yerini paniğe bıraktı. Bakire’ye hararetli
yakarışlar gönderildi.
Sultanın ordusundaki Hıristiyan askerler, ucuna, başlamak üzere olan genel
saldırının haberini veren mektuplar iliştirilmiş oklarını karanlıkta burçların
üstünden şehrin içine attılar.
Sonra gece yarısına doğru birden bütün ışıklar söndü ve sesler kesildi. Türk
karargahının üzerine derin bir sessizlik ve koyu bir karanlık çöktü.
Armageddon
Nihai taarruzun gelmek üzere olduğunu anlayan Bizans’ta, şehri terk etmesi için
yapılan ricaları geri çeviren Kral Konstantin de askerlerine son konuşmasını
yaptı:
“Sizden cesur ve mert olmanızı rica ediyorum ve sizi şimdiye kadar yapmış
olduğunuz gibi cesur yüreklerinizin bütün fedakarlığıyla bu kötü ruhlulara
karşı direnmeye teşvik ediyorum. Sevgili vatanımız olan bu şehrin, bütün
şehirlerin kraliçesi olan bu şehrin kurtuluşu için hayatınızı vermeye mecbur
olduğunuzu unutmayınız”
Ardından dini ayine katıldı. Bütün Bizans bu dini ayine katıldı. Ayin alayı
dinsel şarkılar söyleyerek sokakları ve sur boyunu dolaştı. Ellerindeki aziz
resimlerini surlardaki gediklere yerleştirdiler ve oraların savunmasını onlara
havale ettiler.
“Artık ölüm anını bekleyen şehir kendi cenaze törenini yapar gibiydi.”(Stefan
Zweig. Yıldızın parladığı anlar)
İmparator dahil bütün Bizans askerleri savunma için yerlerini aldılar. Eğer bu
genel taarruzu, bütün bir sur boyuna yayılacağına ve şimdiye kadarki
saldırıların hiç birine benzemeyeceğine kesin gözüyle bakılan taarruzu
püskürtebilirlerse belki de savaşı kazanan taraf olacaklardı.
Tam bu noktada Bizanslı askerler tarihe not düşülmesi gereken bir hareket
yaptılar. İç surların kapılarını kilitleyerek anahtarlarını imparatora
verdiler. Bu şu demekti: Türkler dış surlardan içeri girmeyi başarsalar da
içlerinden tek bir tanesi bile iç surların kapılarından içeri girerek
kaçmayacak ve ölümüne savaşacaktı. 2 aya yakın bir süredir süren savaşta
verdikleri kayıplarla zaten çok az olan sayıları 2000-3000’e kadar düşmüş olan
Bizanslılar kendilerini iç surlarla dış surlar arasına hapsederek ölümü
seçtiler.
Çelik bir yay gibi gerilmiş bir şekilde koyu bir karanlığa ve sessizliğe
gömülmüş Osmanlı karargahına bakan Bizans’lı askerlerin gergin bekleyişi gece
yarısını biraz geçe son buldu. Fatih’in hücum emrini vermesiyle birlikte
beklenen kıyamet koptu. Birden bire her taraftan başlayan top patlamaları,
davul, nakkare, kös ve zil sesleri eşliğinde onbinlerce insan muazzam bir
kasırga halinde “Allah Allah” bağırışlarıyla saldırıya geçti.
Fatih acımasız bir taktik uyguluyordu. Ordunun en önüne profesyonel olmayan
askerleri, din veya çapul hayaliyle oraya gelmiş Türkmenleri, çapulcuları ve
hıristiyan köylerinden zorla getirilenleri yerleştirdi ve onları öne sürdü.(Bu
arada Türkmenlerin de Osmanlılar tarafından pek değerli varlıklar olarak
görülmediğini belirtelim) Bunların fonksiyonu esas olarak düşmanı yenmek değil,
yormaktı. Çoğu Bizans ateşi altında can veriyor ve cansız vücutları dış
surların önündeki hendeği dolduruyordu. Arkadan gelenlerin ittirmesiyle bu
zavallı öncü askerler çukurlara yuvarlanıyor, böylece saldırının ana merkezi
olan San Romano kapısı önündeki hendeği, arkadan gelecek olan profesyonel
askerlerin rahatça geçebilmeleri için cansız bedenleriyle dolduruyorlardı.
Bizans’lı savunmacılar 2 saat süren çarpışma sonunda saldırıyı püskürtüler.
Fatih bu birlikleri geri çekti. “Birinci gurup geri çekilince Bizanslı askerler
biraz dinleneceklerini sandılar ama aldandıklarını gördüler.”(Feridun
Dirimtekin, İstanbul’un fethi)
Bunların hemen arkasından, daha iyi silahlanmış, askeri eğitimden geçmiş
Anadolu ve Rumeli piyadeleri hücuma geçti. Ama bu sefer hendek hemen hemen
dolmuştu. Ölü, hatta yaralı arkadaşlarının üzerine basarak merdivenleri surlara
dayamaya başladılar. Dinlenmeye fırsat bulamayan Bizanslılar bütün güçleriyle
merdivenleri itiyor, yukarıdan kızgın yağ boşaltıyor, ok, kılıç, kargıyla
saldırıyı püskürtmeye çalışıyorlardı.
Şehirdeki bütün kiliselerin çanları durmaksızın çalıyor, kadın, çocuk, taş
atabilecek herkes surlara yardıma gitmeye çağrılıyordu.
Selahattin Tansel’e göre bu ikinci dalga saldırı sırasında öyle bir çarpışma
yaşandı ki artık iki tarafın da askerleri ölümü küçümsüyor, hatta Bizans’lı
askerler sur duvarlarının dışında dövüşüyorlardı.(Selahattin Tansel. F.S.M’nin
Siyasi ve askeri faaliyetleri)
Osmanlı askerleri sürekli arkadan gelenlerle tazelendi. Bütün bunlara rağmen,
günlerdir uykusuz, saatlerdir aralıksız çarpışan ve 1 aydır doğru dürüst
beslenememekten ötürü güçten düşmüş olan Bizans’lı askerler öylesine büyük bir
özveri ve cesaretle savaştılar ki sonuç alınamadı.
Bu ikinci dalga saldırı birliklerinin de ayağı sürçmeye başlayınca, gözü
İstanbul’u almaktan başka hiç bir şey görmeyen ve bunun için her şeyi ama her
şeyi yapmaya kararlı olduğu anlaşılan Sultan Mehmet “savaşın ahlaki kuralları” gibi
kavramlarla pek ilgili olmadığını gösteren bir şey yaptı ve üzerinde kendi
askerlerinden de binlercesinin bulunduğu surlara top ateşi başlattı. Şaşkınlıkla geriye bakan Türk askerlerinin "durun bizi vuruyorsunuz!" şekilindeki bağırışlarını pek duyan olmadı. Çoğunluğu
Türk olmak üzere surların üzerinde bulunanların çoğu can verdi.
Bu 2. Dalga taarruz sırasında bir ara 300 cıvarında Osmanlı askeri surlardan
içeri girmeyi başardı. Ancak yine Feridun Dirimtekin’e göre “Bizanslılar
cepheden ve yanlardan hücum ederek bir kısmını şehit ettiler, diğerlerini de
siperden dışarı attılar. Müdafaa bu ikinci hücum karşısında da üstünlüğünü
muhafaza etmişti”(Feridun Dirimtekin. İstanbul’un fethi) Fatih bu 2. Dalga
hücumun da etkisini yitirdiğini görerek birliklerini geri çekti.
Artık sıra Osmanlı’nın as oyuncularına, Hıristiyan ailelerden toplanarak çocuk
yaştan itibaren asker olarak yetiştirilen, Osmanlı'nın profesyonel ordusu
yeniçerilere gelmişti. Son derece eğitimli ve iyi silahlanmış 12.000 yeniçeri,
kanatlardan ve arkadan yapılan okçu desteğiyle birlikte saldırıya geçti.
Bütün bir kuşatma sürecinin en kritik anı muhtemelen buydu. Artık çarpışma
tamamen göğüs göğüse sürüyordu. Her iki taraf ta o kadar büyük bir cesaretle
birbirlerinin üzerine atıldılar ki bağırışmalar, küfürlerle manzara cehennemi
bir hal aldı.
Tam bu sırada, çarpışma devam ederken, Bizans savunması açısından çok talihsiz
bir gelişme oldu. Bizans’lı askerlerin komutanı Justiniani ciddi şekilde
yaralandı. Bu olay Bizans askerlerinin üzerinde çok kötü bir etki yaptı.
Justiniani’nin varlığı onlara o kadar büyük bir güç veriyordu ki, onun her
çarpışmada karşısına çıkan bütün Osmanlı askerlerini tepelemesi, onların,
Türklerin de yenilebileceğini, öldürülebileceğini anlamalarını ve daha büyük
bir moral ve özgüvenle savaşmalarını sağlıyordu.
İmparator Konstantin, Justiniani’den yarasının ciddi olmadığını, askerlerin
morali açısından orada kalmasını, savaş alanını terk etmemesini rica ettiyse de
Justiniani, yarasını tedavi ettirip geri döneceğine söz vererek imparatordan iç
surların anahtarlarını vermesini istedi. Anahtarları alan justiniani ve
askerleri surların savunmasını bırakarak şehre ve oradan da kendilerini bugünkü
Sarayburnu önünde bekleyen gemilerden birine binerek kaçtılar.
Yalnız, Justiniani adamlarıyla birlikte şehrin içinden geçerken “Türkler şehre
girdi” diye bağırdı. Bütün bir kuşatma boyunca şehirde bulunan ve savaşın
günlüğünü tutan Venedik’li doktor Nicolo Barbaro Justiniani’nin yalan
söylediğini, Türklerin henüz şehre girmemiş olduğunu yazar. Justiniani’nin
şehrin içinde geçerken bu şekilde bağırmasının nedeni muhtemelen kendi kaçışına
makul bir neden bulmak için olsa gerektir.
Justiniani'nin yaralanıp poziyonunu terk etmesi Bizans savunmasında moralleri
tam anlamıyla çökertti. Buna rağmen umutsuzca savaşmaya devam ettiler. Bu
sırada Türklerin başka bir noktadan şehre girdiğine dair bağırışmalar duyuldu.
Konstantin bulunduğu yeri değiştirerek askerleriyle birlikte Türklerin içeri
girdiği söylenen yere, öleceği yere gitti.
Osmanlı bayrakları surların değişik yerlerinde dalgalanmaya, artık yapacak bir
şey kalmadığını anlayan Rumlardan bazıları da kaçmaya başladı. İmparator
Konstantin hala askerlerine cesaret vermeye, savaşmaya devam etmeleri için
teşvik etmeye çalışıyorsa da artık bunun pek bir yararı olmadı.
Arkadaşlarının oluk oluk içeri girmeye başladığını gören Türkler bu işin
bittiğini anlayınca binler, onbinler halinde gediklerden içeri girmeye ve iç
surlarla dış surlar arasında kalan Rumları kasap gibi biçmeye başladı.
İmparator Konstantin “beni öldürecek bir hıristiyan yok mu?” diye bağırdı.
Artık çevresinde, kaçması için kendisine yalvaran Rumlardan kimse kalmamıştı.
Gözlerinden yaşlar akarak elinde kılıcıyla içeri doğru oluk oluk akan Türklere
karşı umutsuz bir saldırıya girişti. Bir daha da görülmedi.
Gün ağarmıştı. Osmanlı askerleri surların değişik noktalarından içeri
akıyordu.
1123 yıllık Bizans 1453 yılının mayıs ayının 29’uncu günü şafak sökerken tarihe
karışıyordu.
2. BÖLÜM
Şehre nereden girildi?
Aslında nihai taarruzun yapıldığı 29 Mayıs gecesi Osmanlı ordu birliklerinin 2.
Dalga hücumu sırasında öyle bir an geldi ki Bizanslı savunmacılar savaşı
kazanacakları duygusuna kapıldılar. İlk hücum dalgası püskürtüldükten sonra
Bizanslıların soluklanmasına fırsat vermeden daha profesyonel güçlerini,
Anadolu ve Rumeli piyadelerini hücuma kaldıran Fatih belki de yeniçerilere
gerek kalmadan bu aşamada işin bitebileceğini umuyordu.
Şafaktan 1 saat önceydi. Toplar patlar, kılıçlar kelle uçurur, oklar
böğürlere saplanır, insanlar can çekişir ve onbinler hem düşmanın moralini
bozmak, hem de kendilerine cesaret vermek için korkunç naralar atarak saldırır
ve aslında herkesin uyuması gereken bir saatte yetmişbin kişilik şehirde
bebekler hariç kimse uyumaz, savaş cehennemi bir gürültü içinde devam ederken
büyük toplardan biri surlarda ciddi bir gedik açtı. Toz ve baruttan göz gözü
görmez oldu. Ama Bizanslılar toparlanamadan Anadolu askeri hızla yarığa
bastırdı ve birkaç yüz kişi surlardan içeri girdi.
Osmanlı askeri ilk kez surlardan içeri giriyordu ve Bizanslı savunmacılarla
Osmanlılar iki sur arasında ilk kez karşılaşıyorlardı. Gedik küçük olduğu için
içeri binlerce Türk giremedi ve içeri girmeyi başaranlar kendilerini köşeye
sıkıştırılmış halde buldu. Grekler ve İtalyanlar Osmanlı piyadelerini burada
kılıçtan geçirdiler ve surlardan dışarı attılar. Bizanslılar ilk kez tezahürat
yaparak kendilerini alkışladılar. Olağanüstü yorgun olmalarına rağmen müthiş
bir özgüven kazanmışlardı. Gerçekten de bu sıralarda cesareti kırılan Osmanlı
ordusu ilk kez duralar gibi, taarruz da hız keser gibi oldu.
Sabah saat 5.30 sıralarında Zaganos Paşa Haliç’te kurdukları yüzer köprüden
askerlerini geçirerek Haliç surlarının önüne, gemileri de surları
vurabileceği daha yakın mesafeye getirdi.
Birinci ve ikinci dalga saldırıların başarısızlıkla sonuçlanmasının Fatih’i
öfkelendirdiği, hatta telaşlandırdığı söylenir. Doğru mu değil mi bilmiyorum
ama artık elinde oynayacağı sadece son kozunun, yeniçeri kozunun kaldığı, her
şeyin bu manevraya bağlı olduğu ve eğer önündeki bir kaç saat içinde
yeniçeriler de Bizans direnişini kıramazsa taarruz ivme kaybedeceği ve geri
çekilişin başlayacağı düşünülürse Fatih’in strese girmemiş olması düşünülemez.
Fatih İstanbul’u o gece alamazsa aynı genel taarruz organizasyonunu
ertesi gün ya da başka bir gün tekrar sahneye koymasına imkan yoktu. 60.000 ölü
vermişlerdi.
Gündoğumuna hala 1 saat vardı. Yeniçeriler 8 kilometre ötedeki Anadolu
yakasından bile duyulan korkunç bir kükremeyle surlara doğru saldırıya geçti.
Bu korkunç naralar Osmanlı ordularının psikolojik silahıydı. Binlerce,
onbinlerce kişi bütün güçleriyle bağırarak hem adrenalin boşaltıyor, hem de
düşmanın korkusunun tavan yapmasına, sinirlerinin perişan olmasına neden
oluyordu.
Korkunç bir gürültüyle, ölenle öldürenin sesinin birbirine karıştığı göğüs
göğse çarpışma 1 saat kadar sürdü. Savunmacılar hiç geri adım atmadı. Sonra bir
an geldi. Savunmacılar Osmanlıların baskısının belli belirsiz azaldığını
hisseder gibi oldu. İşte o an belki de savaşın dönüm noktasıydı. Konstantin
bütün gücüyle askerlerine doğru haykırdı: Cesur askerlerim. Düşman ordusu
zayıflıyor. Zafer tacı bizimdir. Döğüşmeye devam edin.”
Theodosius surları Marmara kıyısından başlayıp Haliç kıyısındaki
Blachernae Sarayı yakınına kadar çift sıra halinde devam eder. Burada
surlar dışa doğru 90 derecelik bir açıyla bir çıkıntı yapar, sonra tekrar, ama
bu kez tek sıra olarak dış surlara paralel bir şekilde Haliç’e doğru
devam eder. Karaca Paşa’nın birlikleri zaman zaman bu surlara etkili saldırılar
gerçekleştirdiyse de bu saldırıların hepsi bu noktada konumlanmış olan
Ceneviz’li Bocchiardi kardeşler tarafından püskürtüldü. Savaşın başından sonuna
kadar gözüpeklikleri ve korkusuzluklarıyla bir efsane haline gelen ve adeta
parti yapar gibi, zaman zaman İtalyanca şarkılar söyleyerek ölümle alay eden
Bocchiardi kardeşler saldırıları püskürtmekle kalmayıp, dışarıdan bakıldığında
görülmeyen ve daha sonra yüzyıllar boyunca İstanbul’un düşmesiyle ilgili
tartışmaların odağında yer alacak olan Kerko Porta(Cambazhane kapısı)dan dışarı
çıkarak karşı saldırılar gerçekleştiriyorlardı.
Böylesi bir karşı saldırıdan dönerken İtalyan askerlerden birisi bu yan kapıyı
kapatmayı ihmal etti. Yavaş yavaş artan aydınlıkta Karaca paşanın askerleri bu
kapının farkına vardı ve içeriye girdi. Osmanlı askerleri merdivenlerden yukarı
çıkıp Bizanslıları gafil avladı ve kulelerden San Marco Bayrağıyla imparatorun
sancağını indirip Osmanlı sancağını çektiler. Gerçi kısa sürede diğer
Bizanslılar yetişip bunları ya öldürdüler ya da dışarı attılar. Ancak çok
önemli bir hata yaptılar ve kuleye çekilmiş Osmanlı bayrağını, ya gerek görmedikleri
ya da unuttukları için indirmediler. Bu korkunç hata 1 kilometre ilerideki
psikolojik iklimi tamamen değiştirecekti. Kulelere çekilen Osmanlı bayrağı kimi
yerlerden görüldü.
800 metre ileride Konstantin ve Justinyani Kerko Porta yakınındaki bu gelişmelerden
habersiz çarpışmaya devam ederken ve her şey Bizans savunması açısından
kendilerinin bile beklemediği ölçüde iyi giderken öyle talihsiz bir gelişme
oldu ki insan, uzun süre tarafsızlığını koruyan Olimpos tanrılarının, sonunda
Troya’nın yıkılmasında görüş birliğine varmaları gibi Konstantinopol’ün
yıkılmasına da karar verdiklerini düşünmeden edemiyor. Justinyani göğsüne
isabet eden bir merminin göğüs zırhını delip geçmesiyle ağır şekilde yaralandı.
Justinyani’nin yarasının tedavi edilmesinden sonra döneceğine söz vererek
imparatordan iç surların anahtarlarını alıp çıkmasıyla, diğer Ceneviz’li
askerlerin aynı kapıdan içeri sökün etmesi bir oldu.
İmparator Konstantin bu durumun bir çekilme dalgasına dönüşmemesi için adeta
çırpındı ancak savunma net bir şekilde sendelemeye başladı.
Sinerji sözcüğünün tam tersi olan bir sözcük var mıdır bilmiyorum. O
dakikalarda Bizans askerlerinin “her şeyin bittiği”ni düşünmeye başlamaları, o
dakikalarda her şey aslında bitmemiş olsa bile her şeyin bitmesine neden oldu.
Osmanlı askerleri onbinler halinde savunmanın boşalttığı gediklerden içeri
akmaya başladı. Nicolo Barbaro’ya göre 15 dakika içinde 30.000 adam cehennemi
naralar atarak içeri doldu. Savunma cılız da olsa devam ediyordu.
Tam bu sırada Türk askerlerinden bazıları biraz önce anlattığım Kerko
Porta(Cambazhane Kapısı) cıvarındaki kulelere dikilmiş olan ve Bocchiardi
Kardeşlerin indirmeyi unuttuğu Osmanlı sancaklarını gördü. Bu sancakların
görülmesi Türk tarafında büyük bir bağırışın kopmasına neden oldu: “kent
düştü!” Bir an gerek Türk, gerekse Bizanslı askerlerin başları o tarafa
çevrildi. Evet, ileride Osmanlı sancakları dalgalanıyordu. Halbuki orada o
bayrakların asılı olması Türklerin şehre girdiği, o kısmı aldığı anlamına
gelmiyordu.
İşte o an savunmacılar tam anlamıyla panikledi. Her şeyin bittiğine inandılar
ve dönüp kaçmaya, kente girebilecekleri bir kapı aramaya başladılar. Tek bir
çıkış yolu vardı. Justinyani’nin çıktığı kapı. Herkes aynı kapıya hücum etti.
Bu da hepsinin birbirini ezmesine, kapının önünde korkunç bir yığılmaya neden
oldu. Bu yığılma kimsenin geçememesine neden oldu. Dış surlara tırmanmış olan
Osmanlı askerleri yukarıdan da ateş etmeye başladılar. Kaçamayıp iki sur
arasında kalan Bizans askerlerinin hepsi öldürüldü.
Osmanlı bayrakları surların değişik kulelerinde dalgalanmaya başladı. Daha 1
saat öncesine kadar Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna ve duraklamaya neden
olan, hatta savaşı kazanacağı umuduna kapılan Bizans savunması, Justinyani’nin
yaralanması dışında somut bir neden yokken, büyük ölçüde psikolojik nedenlerle
1 saat içerisinde çökmüştü.
Bütün bu anlatılanlara rağmen şehre nasıl ve nereden girildiği sorunsalı bugün
bile netleşmiş değil. Bu konuda yukarıda anlatılanlardan farklı görüşler de
var.
Bunlardan biri Kerko Porta’dan yani Cambazhane kapısından girildiği
görüşüdür. Ancak bu görüş pek kabul görmüyor. Az sayıda Türk askerinin açık
unutulan bu kapıdan içeri girdiği, ancak bunların püskürtüldüğü daha fazla
kabul görüyor.
Diğeri Aya Romano kapısından(Topkapı) girildiğidir. Ben bu görüşe katılmıyorum.
Resmi görüş bu kapıdan girildiği yönünde ısrarlı. Ancak bunun nedeninin
padişahın ve yeniçerilerin konumlandığı yerin bu bölge olması nedeniyle bu
“şerefin” yeniçeriler ve Fatih’e mal edilmesi çabası olduğunu sanıyorum.
Bir de savaşın neredeyse tamamına yakını kara surları tarafında gerçekleşmiş
olmasına rağmen şehre ilk önce Haliç tarafından çarpışma yoluyla girildiği, San
Romano Kapısı tarafındansa karşılıklı anlaşma yoluyla girildiği yönünde ciddiye
alınabilir görüşler var. Bilindiği gibi Haliç surları tek sıradır ve kara
surlarına göre daha zayıftır. Osmanlı ordusu bu yönden gerçekleştirdiği top
atışlarıyla Haliç’e bakan surlarda önemli gedikler açmıştı ve bu gedikler
büyüktü. Bizans defansının ana gövdesi kara surları tarafında çarpışmaktaydı ve
Haliç’e bakan surları korumakla görevli donanma komutanı Lukas Notaras’ın(Latin
serpuşundansa Türk sarığını tercih eden) emrinde, kara tarafında olduğu gibi,
binlerce kişi yoktu.
Bu konuda Selahattin Tansel, Justinyani’nin yaralanıp pozisyonunu terk etmesi,
imparatorun da cephenin bu kısmından ayrılması üzerine, buralarda çarpışan
Bizans askerlerinin bir süre daha çarpışmaya devam ettiği, fakat surların deniz
tarafından aşıldığı haberini duymaları üzerine, artık daha fazla direnmenin
gereksizliğini anlayıp Fatih’e şehri teslim etmek için başvurmuş
olabileceklerini ve şehre kara tarafından barış yoluyla girilmiş olabileceğini,
şehir düştükten sonra şehrin bu kısmındaki kiliselerin kilise olarak kalmaya
devam etmesinin, diğer yerlerdeki kiliselerin hepsinin camiye çevrilmiş
olmasının da bu tezin doğruluğu ihtimalini güçlendirdiğini söylüyor.
Gerçekten de çeşitli kaynaklar, Osmanlı askerlerinin şehre kara tarafından
girişi sırasında Akşemsettin ve Molla Gürani’nin Bizanslıların barış
teklifini reddettiklerini söyler. Çünkü gelinen bu aşamadan sonra bu teklifi
kabul ederlerse şeriat kuralı gereği şehri yağmalayamayacaklar, Bizans halkını
esir ve köle yapamayacaklardır.
Evliya Çelebi de şehre önce Haliç tarafından çatışmayla değil, Grek kökenli
balıkçıların Haliç’teki Petrus kapısını Bursa Subaşısı Cuba Ali Bey’e açmasıyla
girildiğini, buradaki balıkçılara bu nedenle vergi muafiyeti tanındığını
anlatır. (Cuba Ali Bey’in şehre girdiği kapıya daha sonra Cuba Ali
kapısı(Cibali kapısı) adı verilmiştir)
Ealoi Polis!....Ealoi Polis!...
29 Mayıs sabahı gün ağarırken korku ve dehşet içinde evlerine, evlerden
Mese Caddesine, Mese Caddesinden Ayasofya’ya, Ayasofya’dan sahilde beklemekte
olan gemilere hücum eden onbinlerce kişinin ağzından çığlık çığlığa dökülen bu
iki kelime oldu:
Ealoi Polis!....Ealoi Polis!....Ealoi Polis!....
Şehir düştü!....şehir düştü!...Şehir düştü!
Finlandiya’lı yazar Mika Waltari “dünya var oldukça bu ses semada
yankılanacaktır” diye konuşturur kahramanını, Lukas Notaras’ın kızı Anna
Notaras’la, İtalya’dan, şehrin savunmasında yer almak ve ölmek için gelen bir
yabancı arasında kuşatma altında yaşanan aşk hikayesini anlattığı Kara
melek romanında.
Kimi götürebileceği eşyalarını ve ailesini alarak sahile, şehrin düşmesi
halinde demir alıp gideceğine kesin gözüyle baktıkları gemilerden birine
koşarak yetişmeye çalıştı, kimi de bir mucizenin gerçekleşmesi umuduyla
Ayasofya’ya koşup olacakları orada beklemeyi tercih etti.
Şehir düştüğü halde çarpışmaya devam eden Bocchiardi Kardeşler, etrafları
sarılmak üzereyken artık gitmeleri gerektiğini anladılar. Kendilerine yol açmaya
çalışırlarken kardeşlerden Paolo öldürüldü. Diğerleri dövüşerek kendilerine yol
açıp Haliç’e inmeyi başardı. Venedik balyosu Minotto ve diğer Venedik’liler
üslendikleri Blachernae Sarayında kuşatılıp ele geçirildiler.
Surların Marmara Denizine bakan kısmını tutan savunmacılar şehrin düştüğünden
habersiz oldukları için kendilerini arkadan saldırıya uğrar halde buldu ve çoğu
öldürüldü.
Şehzade Orhan bir dilenci kılığına girerek kaçmaya çalıştı. Ancak onu tanıyan
birisi ihbar etti. Yakalanmamak için surlardan aşağı atlayarak intihar
etti.
Şehirdeki panik ve karmaşa olağanüstüydü. Çünkü şehir yavaş yavaş değil aniden
düşmüştü. Oysa şehrin düşmesinden 1-2 saat öncesine kadar savunma dimdik
ayaktaydı.
Bu anlarda karmaşa içinde bir başka karmaşa daha yaşandı. Bilgi kirliği
nedeniyle her türlü söylentiyi ihtiyatla karşılamayı öğrenmiş olan
Konstantinopolis’lilerin bir bölümü, daha çok da cephede çarpışanların arasında
oğulları bulunanlar, Türklerin surları aşarak şehre girdiği haberi üzerine
surlardakilere yardım etmek üzere surlara yöneldiler. Şehre giren Osmanlı
askerleri de kendilerini dar sokaklardan oluşan bir labirentin içinde buldu.
Endişeliydiler ve akılları karışmıştı. Şehrin içinde daha büyük birliklerle,
tüm şehir halkını da içine alan daha kararlı bir direnişle karşılaşma
ihtimalini düşünerek ilerlediler. Bütün gece kendilerine kök söktüren Bizanslı
sayısının 2000 kişi olduğuna inanmak imkansızdı.
Önlerine çıkan herkesi öldürdüler. Genç, yaşlı, kadın, erkek dinlemeden
öldürdüler. Savaşın ve direnişin devam ettiği düşüncesiyle öldürdüler. Haftalar
boyu surlardan savrulan küfürlerin ve verdikleri onbinlerce ölünün intikamını
almak için öldürdüler. Dar sokaklarda damlardan üstlerine yağan taşlar ve
tuğlalar durumu değiştirmedi. Bütün şehir ölen ve öldüren, kaçan ve kovalayan
insanlarla doldu.
Osmanlılar ancak birkaç saat sonra, yani şehirde herhangi bir organize direniş
olmadığını anladıktan sonra rahatladılar. Bu anlardan sonra daha çok
yaşlıları ve çok küçük çocukları öldürmeye(para etmiyorlardı çünkü),
gençleri tutsak almaya başladılar. Artık yağmaya ve ganimete öncelik vermenin
zamanı gelmişti. İçlerinden bazıları Blachernae Sarayı ve çevresindeki
binalara, bazıları da Bizans yüksek sosyetesinin yaşadığı mahallelelerdeki
malikanelere ve villalara yöneldi. Diğer guruplar şehrin ana caddesi olan
Mese Caddesini izleyerek(bugünkü Divanyolu Caddesi) şehir merkezine yöneldiler.
Haliç yönünden gelenlerle Forum Bovis’te(Boğa Forumu, bugünkü Aksaray Meydanı)
birleşerek Forum Tauriye(bugünkü Beyazıt Meydanı), oradan da Forum
Konstantin’e(Bugünkü Çemberlitaş Meydanı) ulaştılar.
İtalyanlar Haliç’e, içinde kendilerini güvende hissedecekleri gemilerine,
Rumlar eşlerini ve çocuklarını korumak için evlerine koştu. Bunlardan bazıları
evlerine vardığında, sahip oldukları her şeyin yağmalandığını, eşlerinin ve
çocuklarını kaçırıldığını gördüler. Çoğu yakalandı ve eş ve çocuklarıyla
birlikte zincire vuruldu. Teslim olurlarsa başlarına gelecekleri anlayan
insanlardan bazıları ise ailelerini savunarak ölmeyi tercih etti. Kimileri
mahzenlere ve su sarnıçlarına saklandı.
Kuşkusuz Osmanlı’cı tarih yazıcıları yapılan zulmü, tecavüzleri, yağma ve
yıkımı anlatmamayı tercih ettiler. Ancak kendisi bir Grek olmasına rağmen
savaşı ve sonrasını Osmanlı yanlısı bir gözle anlatan, hatta kuşatma ve
sonrasını anlattığı yazılarını daha sonra Fatih’e de sunan Kritovulos, kente ve
kette yaşayanlara neler yapıldığını ayrıntılı bir şekilde anlatır:
“Şehrin düşmesinden sonra yaşanan trajedi tüm trajedilerin ötesindeydi.
Kadınlar yatak odalarından sürüklenerek çıkarıldılar. Çocuklar anne ve
babalarından koparıldılar. Yaşlılar, zayıf akıllılar, hastalar, düşkünler
acımasızca kesildi. Yeni doğmuş bebekler meydanlara atıldı. Kadınlara ve
oğlanlara tecavüz edildi. Öldürülmeyip pazarda satılmaya değer bulunan
onbinlerce kişi birbirlerine bağlanarak, koyunlar gibi itile kakıla karargaha
götürüldü. Bu arada yağmacılar arasında en güzel kızlar üzerine silahlı
kavgalar çıktı.
Aya Yorgi, Vaftizci Yahya ve Chora manastırının yağmalanması çabuk bitti.
İkonalar parçalandı, haçlar yerlere çalındı. Kilise hazineleri, ayin tasları,
değerli taşlarla işlenmiş kaftanlar arabalara yüklendi ve götürüldü.
Manastırlardaki rahibeler filolara götürülüp tecavüz edildi. Mihraplar alaşağı
edildi. İmparatorların mezarları açıldı ve içinde altın ve değerli taş arandı.
Bin yıllık Hıristiyan Konstantinopolis birkaç saat içinde büyük ölçüde yok
oldu” diye anlatır Kritovulos kederini gizlemeksizin.
Sabah saatlerinde yüzlerce kişinin kaderi biraz da şans tarafından belirlendi.
Kiev başpiskoposu Kardinal İsidor, hizmetkarlarının yardımıyla, pahalı ve
gösterişli piskoposlık giysilerini sokakta yatan ölü bir askerinkiyle
değiştirmeyi başardı. Osmanlı askerleri piskoposun giysileri içindeki cesede
rastlayıca, cesedi piskopos zannederek başını kesti ve zaferle sokaklarda
dolaştırdı. Yaşlı isidor’sa sıradan bir adam olarak yakalandı ama tanınmadı. O
da özgürlüğünü kendisini yakalayanlara küçük bir bedel ödeyerek tekrar kazandı
ve limandaki İtalyan gemilerinden birine binmeyi başardı.
Şehrin düşmesinden sonra evine giden Notaras evinde yakalandı. Kiliselerin
birleşmesine karşı çıkan papaz Gennadius hücresinde bulundu.
Şehir düşmüştü ama Haliç boyunda bir gurup Giritli asker kendilerini üç kuleye
kapatmış, teslim olmayı reddediyordu. Tüm sabah saatleri boyunca onları
yerlerinden sökmeye yönelik Osmanlı girişimlerine direndiler. Vakit öğleyi
geçmiş, bütün şehir teslim olmuş, onlarsa ölümüne savaşmaya devam ediyordu.
Kendilerine yapılan, şehrin düştüğü, savaşın bittiği, herkesin teslim olduğu
uyarıları da fayda etmedi. Sonunda yeniçeri çavuşlarından birisi bunu Mehmet’e
bildirdi. Fatih de klasik şövalyece jestlerinden birini yaparak bu kahramanlara
ateşkes ve gemilerine binip gitme şansı tanıdı. Kısa bir
duraksamanın ardından Giritliler bu teklifi kabul ettiler ve oradan ayrılıp
gemilerine gittiler.
Sabahın erken saatlerinde binlerce insan limandaki İtalyan gemilerinden birine
tırmanma umuduyla dar sokaklardan denize doğru aktı.Bir çok insan kendini
kalabalık sandallara öylesine attı ve sandalların alabora olmasına ve
içindekilerin boğulmasına neden oldu. Bu sırada Haliç’teki kapı görevlilerinin
bir hareketi trajedinin boyutlarının büyümesine neden oldu. Bu kapı görevlileri
Gennadius’un da aylardır dillendirdiği eski bir kehaneti hatırladılar. Türkler
Forum Konstantin’e kadar gelecekler ve oradan geri püskürtüleceklerdi. Kapı
görevlileri gemilerden birine binebilmek için akın akın sahile koşmakta olan
Grek hemşehrilerinin yollarını keserlerse bu insanların dönüp Türkleri gerisin
geri sürmeye ikna olacaklarını düşünüp kapının anahtarlarını surların üstünden
fırlatıp attılar. Böylece kıyıdaki manzara daha da acınası bir hal aldı. Herkes
ağlıyor, İtalyan gemilerinin gelip kendilerini kurtarması için yalvarıyordu.
Bu
arada ancak gerilim filmlerinde görülebilecek cinsten bir olay yaşandı.
Türklerin savunmada yer alan ya da savunmaya yardım eden, hatta etmeyen, bütün
Venediklileri, Floransalıları, Katolikleri öldürdüğünü bilen Floransalı tüccar
Giacomo Tedaldi, şehrin düşmesinden ancak 2 saat sonra kıyıya ulaşabilmişti.
Fazla zamanı yoktu. Ya boğulma tehlikesini göze alacak ve yüzerek gemilerden
birine çıkacak ya da yakalanacak ve öldürülecekti. Tedaldi risk aldı. Soyunup
gemilerden birine yüzdü ve güverteye alındı. Bunu tam zamanında yapmıştı çünkü
dönüp kıyıya baktığında, onun gibi yapıp yüzmek için zırhlarını çıkarmaya
çalışan kırk kadar askerin Türkler tarafından yakalandığını görmüştü.
Yakalandığında öldürüleceğine kesin gözüyle bakılan Venedik donanmasının
kumandanı Aluxive Diedo ve bütün bir kuşatmayı günlük tutarak yazmış olan
doktoru Nicolo Barbaro gemilere son anda yetiştiler. Gemilere binebilenler bu
sefer de limandan ayrılıp kaçabilmek için uygun rüzgarı beklemeye koyuldular.
Şansları 2 nedenle yaver gitti. Osmanlı donanması da dahil bütün Türkler o
sırada yağmayla ilgileniyorlardı ve Türk donanmasındaki askerler de şehirde
yağmalanacak şeyler bitmeden ganimetten pay alabilmek için gemileri terk edip
karaya çıkmışlardı ve bekledikleri rüzgar çabuk geldi. Barbaro’ya göre talihin
bu cilvesi olmasa hepsi tutsak düşecekti.
Mese Caddesini, Öküz Forumu ile Forum Tauri’yi geride bırakan Osmanlı
Birlikleri Forum Konstantin’e,(ne yazık ki burada gökten bir melek zuhur edip
Türkleri geldikleri Asya içlerine kadar kovalamadı) oradan da şehrin kalbine,
Forum Augustion’a ulaştılar.(Sultanahmet Meydanı)
Atının üzerinde doğuya bakan Justinian heykeli, million taşı, hipodromun küçük bir bölümü, 3 başlı
bronz yılan hala yerinde duruyor ve elbette Hagia Sophia’nın kendisi
bütün heybetiyle önlerinde yükseliyordu.
Kaçamayıp ya da kaçmayıp bir mucizenin gerçekleşmesini bekleyen binlerce kişi
Hagia Sophia’daki yerlerini almıştı. İçeride sanki o gün normal bir günmüş,
dışarıda kıyamet kopmamış gibi sabah ayini yapılıyordu. Kilisenin bronz kaplı 9
kapısı çekilmiş, kol demirleri vurulmuştu. İçerisi ağzına kadar insanla doluydu
ve bir mucizenin gerçekleşmesi için dua ediyorlardı. Erkekler aşağıda, kadınlar
da galeri katındaki yerlerini almıştı. Rahipler mihrapta ayini yönetiyordu.
Yeniçeriler iç avluya girdiler ve imparatorların girdiği kapıyı sert darbelerle
dövmeye başladılar. Kapı balta vuruşlarıyla parçalandı ve kırılıp açıldı.
Askerler içeri dağılınca büyük feryat koptu. Binlerce kişi koyunlar gibi teslim
alındı.
Askerler ganimet peşindeydi ve şimdi kendi aralarında, savaş sırasında
varolan ilişkilerin dışında tamamen başka ilişkiler geliştirmişler, herkes
yağma sırasında birlikte hareket edebileceği bir iki kişiyle özel ilişkiler
geliştirerek yağmaladıklarını güvence altına almaya çalışıyor, avını yakalayan
aslan, nasıl başka hayvanların gelip onu elinden almaması için avını güvenli
bir yere götürürse, askerler de beraber hareket ettiği ve işbirliği yaptığı
kişilerle birlikte yağmaladıkları malları, köleleştirdikleri insanları güvenli
bir yere götürüyor, onlar bu “malları” götürürken, diğerleri yeni avlar
seçiyor ve gönderdikleri kurye malları götürüp, güvenli bir yere
bırakıp dönene kadar bekliyordu. Bütün kadınların galeri katında toplanmış
olması Osmanlı askerlerinin işini koloylaştırdıysa da burada en güzel kızların seçilmesi
sırasında aralarında birbirlerine silah çekmeye kadar varan sürtüşmeler oldu.
Genç kızlar en değerli köleler olarak hemen ayrıldılar. Onlar en pahalı
“ürünlerdi”. Rahibeler, soylu kadınlar, gençler, efendiler, hizmetkarlar hepsi
birbirlerine bağlandı ve kiliseden çıkarıldı. Dukas davar ve koyun sürüsü gibi
güdülen insan manzaralarının olağanüstü olduğunu ve sabahı korkunç bir ağıt
havasının sardığını söyler.
İnsanlardan sonra kilisedeki altın, gümüş ve değerli eşyalar talan edildi.(İşin
bu kısmı Fatih’le askerler arasındaki anlaşamaya aykırıydı gerçi ama Mehmet
henüz şehre girmemişti.)
Burada çok ilginç olduğunu düşündüğüm bir konudan söz etmeden
geçemeyeceğim. “Osmanlı” tarih yazıcıları ile “Osmanlı’cı” tarih yazıcıları
arasında olan bitenin nasıl anlatılacağı konusunda uçurumlar kadar fark var.
Eski tarihçiler, yani Fatih ya da genel olarak Osmanlı döneminde yaşamış
olan eski tarihçiler, bu tür fetihler sonrasında gerçekleştirilen katliamları,
talanı, kadınların ve oğlanların köleleştirilmesini, bir insanın sadece çok
yaşlı veya çok küçük olduğu ve bu nedenle para etmediği için öldürülmesini,
yüzyıllar sonra bu tür eylemlerin utanılacak eylemler olarak görüleceğini
hesaba katmadıkları ve kendilerine çok normal geldiği için olsa gerek, gayet ayrıntılı
bir dille anlatırken, günümüz Osmanlı’cıları ya kimsenin kılına dokunulmadığı
gibi gerçek dışı argümanlara başvururlar ya da yağma, katliam ve tecavüzleri münferit
olaylar olarak niteleyip geçiştirmeye, olmadı, haçlıların ve Hıristiyanların
ele geçirdikleri Müslüman topraklarında yaptıklarını anlatarak fetih sonrası
yaşananları normalleştirmeye veya bu tür şeylerin o dönemlerde olağan olduğunu
söyleyip konuyu geçiştirmeye çalışırlar.
Mesela bunlardan biri şehir düştükten sonra olanları şöyle anlatır: “Şehrin
düşmesinden sonra İstanbul birkaç gün karışıklıklar içinde kaldı” Bu kadar. Ya,
işte böyle. Demek ki ne olmuş? İstanbul karışıklıklar içinde kalmış. Ve devam
ediyor bu “büyük” tarihçi: ”Bunun üzerine Fatih askerin izinsiz sokağa
çıkmasını yasakladı”.
Konuyu tek cümleyle geçiştirenler arasında kimler yok ki:
Feridun Dirimtekin:” Fatih’in müsadesine uyularak ortaçağda harben
zaptolunan şehirlere yapıldığı gibi şehrin yağmasına başlandı.”("ortaçağın rajonu bu, elden ne gelir?" demek istiyor.
İsmail hakkı Uzunçarşılı: “Teamül üzere zaptedilen bir şehrin üç gün
yağması icap ettiğinden…”(İcap ettiğinden yani, icap etmese neyse)
Bu “tarihçiler” için talan edilen, ırzına geçilen, köle yapılan, yere
yatırılıp koyun gibi kesilen, çocuğu başkasına, annesi başkasına, babası
başkasına satılan insanlar, bu sırada göklere çıkan feryatlar, çığlıklar konusu
birer ayrıntı olmalı ki gerçekleri anlatmaya çalışanları “iflah olmaz Türk
düşmanı” filan diye suçlamaya kalkarlar. Burada bu Osmanlı’cı tarihçilerin
yalanlarıyla cehaletleri iç içe geçer. Birincisi iflah olmaz Türk düşmanının
bizatihi kendisinin Osmanlı hanedanı olduğunu, Osmanlı’nın kestiği Türk ve
Türkmen sayısının yine Osmanlı’nın kestiği Hıristiyan sayısıyla yarışacak düzeyde olduğunu ya bilmezler ya da bilmezden gelirler. İkincisi fetih sonrası
yaşananlar konusunda kendilerini yalanlayanların yabancı Hıristiyan yazarlardan
önce bizzat Osmanlı tarihçileri olduğunu unuturlar.
İsterseniz burada ben çenemi kapatayım da bizim Osmanlı’cı tarihçilerin
“ecdadımız” diye övündüğü padişahların tarihçileri konuşsun.
“Şehrin içine girdiler. Yağma ve talan ettiler. Oğlanlarını, kızlarını ve
mallarını alıp esir ettiler. O sırada tutabilen tuttu. Müslümanlar şöyle mala
garkoldular kİ, İstanbul’un yapıldığı 2400 yıldan beri toplanan mal hep
gazilere nasip oldu.”(Oruç Beğ tarihi)
“Hisar fetholundu. İyi yağmalar ve doyumluklar oldu. Altın, gümüş ve
mücevherler ve her türlü kumaşlar gelip pazara döküldü.Satmaya başladılar.
Halkını esir ettiler. Tekfurunu(imparatoru) öldürdüler.Güzel kızlarını gaziler
bağırlarına bastılar(Aşık Paşaoğlu tarihi)(Güzel kızların bağırlara basılmasından
neyin kastedildiğini açıklamama gerek yok sanırım.)
“yaşlıları öldürünüz, işe yarayanları bırakınız”(İslam hukuku gereği
savaşta alınacak tedbirlerden biri) emri gereğince hareket olunarak….”
“Ve böylece sağlam ve büyük bir kale dar-ül harp iken dar-ül İslam
oldu.”(Tacüt Tevarih)(Savaş ülkesinden İslam diyarına dönüştü)
Hadi bir de 1396-1458 yılları arasında yaşamış ve Fatih’i olumlu
özellikleriyle öven Venedikli diplomat Zorzi Dolfin’den alıntı yapalım:
“İhtiyarlar, hastalar ve küçükler para etmedikleri için orada öldürüldü.
Erkekler iplerle bağlandılar. Kadınlar ikişer üçer kişilik guruplar halinde
birbirlerine saçlarından bağlandılar. Bizanslı görgü tanıkları küçük kız ve oğlanların
sunak masaları üstünde ırzlarına geçildiğini ve büyük kilisenin(Ayasofya
kastediliyor olmalı) onların çığlıklarıyla çınladığını anlatırlar(Zorzi dolfin)
Demek ki neymiş? Zorbalıkla, eşkıyalıkla bir şehri ele geçirmenin adı fetih
oluyormuş. Bu uğurda ölenler cennete gidiyormuş. Kendilerini size paşa paşa
teslim etmeyip yurdunu savunanları, teslim olmadılar ve yiğitçe direndiler diye
kıtır kıtır kesmek, ırzlarına geçmek, onları köle yapıp pazarda satmak, her
türlü mallarına el koymak “helal ganimet“ elde etmek anlamına geliyormuş.
Sanırım yurtseverlik, boyun eğmeme, yiğitlik, cesaret, onur gibi şeyler bizim fetihçiler tarafından birer fazilet olarak, değerli ve soylu davranışlar olarak
görülmüyor. Onun yerine, teslim olmak, boyun eğmek daha değerli davranışlar
olarak görülüyor olmalı ki direnenler ölümle veya köleleştirilmekle, onların karıları
ve kızları da cariye yapılmakla cezalandırılırken hemen teslim olanlar, boyun
eğenler, yurdunu savaşmadan teslim edenler özgür bırakılarak, mallarına
mülklerine dokunulmayarak, hatta kendilerine vergi muafiyeti filan sağlanarak
ödüllendiriliyor.
“İman sahipleri mutlak hakim olup asker de yağmaya başladı. Rumi, Frengi,
Rusi, Engürisi her milletten bir çok oğlan ve kız esir alndı. Tekfur Sarayı ve
diğer saraylarda, zengin kafir evlerinden o kadar çok ganimet çıktı ki gümüş ve
yakut cinsinden kıymetli madenler boncuk ve sırça pahasına satıldı. Altın ve
gümüş, bakır ve kalay fiyatına alındı.” Tursun bey(Tarih-i Ebul Feth)
“Bütün gaziler aldıkları toyumluk maldan onda birini Allah’ın farzı
gereğince padişaha sundular. Cümle tutsaklardan 3800 tutsak padişahın hissesine
düştü. 20 bin kese yanko altını, 3 bin saray, 2 bin ester, 7 bin dükkan da
padişaha ayrıldı. Ayasofya camisini ve 7 büyük manastırı da Fatih hazretlerine
verdiler. Sözün kısası bütün İstanbul bu düzenle gazada bulunan tüm gazilere ve
Fransız kralının kızı da padişaha verilerek akça dağıtımı yapıldı. Bütün
gaziler padişaha ve kutlu dine hayır dualar ettiler."
Uzunçarşılı, Lamartin ve Dirimtekin’e göre 50.000’e yakın Bizans’lı esir
alındı ve köle pazarında satıldı. Sağ kalan Bizans’lı askerlerin ve
Venedik’lilerin çoğununsa boynu vuruldu.(Tursun bey: Fatih’in tarihi)
Ertelenen intikam ve Çandarlı'nın düşüşü
Sultan Mehmet sabah saatleri boyunca surların dışındaki otağında kaldı ve
kentten gelen haberleri bekledi. Önce Orhan’ın kesik başı getirildi kendisine.
Mehmet özellikle imparatorun bulunmasını istiyordu. Günün ilerleyen saatlerinde
artık ortalığın biraz yatıştığı bilgisi geldikten sonra şehre zafer girişini
yapmaya karar verdi. Atına bindi ve maiyetiyle birlikte Harissos kapısından
geçerek kente girdi.
Yol boyunca yanından geçtiği binaları şaşkınlık ve hayranlıkla seyre
koyuldu. Valens su kemerini geçti. Şaşkınlığı ve hayranlığı , giderek üzüntüye,
üzüntüsü de giderek kızgınlığa dönüştü. Fethettiği şehir harabeye dönüşmüştü. Kontrol dışına çıkan ordu, şehrin kumaşını oluşturan
yapıların dokunulmadan kendisine bırakılması şeklindeki fermanını unutmuş,
şehir bir gün içinde tarumar edilmişti. Bunun üzerine Fatih 3 gün yağma sözü
vermiş olmasına rağmen bu sözünü geri aldı ve birinci gün gece yarısı yağmanın
bitirilmesi emrini verdi.
Hipodromu ve Justinian heykelini geçti. Ayasofyanın ön kapısında atından
indi, secdeye kapandı, yerden bir avuç toprak alarak türbanına sürdü. Ön
kapıdan içeri girerken iç narteksin üzerindeki muhteşem mozaikten kendisine
bakan İsa Mesih’e baktı. Efsane yapının içine girdi ve mihraba doğru ilerledi.
Bu sırada Ayasofya’nın gizli girintilerinde gizlenerek yeniçeriler tarafından yakalanıp
esir edilmekten kurtulmayı başaran birkaç Grek’in korku içinde bir köşeye
sinmiş bekleştiklerini gördü. Fatih bunların güvenlik içinde evlerine
götürülmeleri için yeniçeri çavuşlarına emir verdi.
Namazını kıldıktan sonra kilisenin kubbesine çıkıp bir süre harabeye dönmüş
şehri seyre koyuldu. Kiliseyi çevreleyen binaların da çoğu yıkılmıştı. 7.
Yüzyılda Pers İmparatorluğunun Arap’lar tarafından yerle bir edilişini anlatan,
ezberlediği bir şiirden bir dizeyi hıçkırarak tekrar etti.
“Baykuş Efrasiyabın kubbesinde öterken Kayserin kasrında örümcek ağını
örüyor”
Karargaha dönmek için atına atladı ve ana caddelerden ve pencereleri,
duvarları kırılmış, kapıları sökülmüş, çatıları göçertilmiş evlerin arasından
geçerek düşünceli bir şekilde yürümeye başladı. Teslim olmayan ve bu nedenle
zorla ele geçirilen şehirlerdeki halklara uygulanan İslam şeriat hukuku
kılıçtan geçirme, köleleştirme ve talandı. Ancak gayrimüslimler savaşmayıp
boyun eğerler ve cizye yani kelle vergisi verirlerse hayatta kalma hakkına sahip
olabilirlerdi(Tevbe suresi 29. Ayet) Kuşatmayı başlatmadan önce Konstantin’e
gönderdiği elçilerle islamın bu kuralını hatırlatmış ve şehrin teslim
edilmesini istemişti. Ancak Bizanslılar alçalmayı reddedip “onurlu birer insan
gibi direnme ve yurtlarını savunma suçunu” işlediklerinden kılıçtan
geçirilmeleri, köleleştirilmeleri ve şehirlerinin talan edilmesi gerekiyordu. O
da askerlerini savaştırabilmek için 3 gün yağma sözünü vermişti zaten. Ancak 1
günlük yağma sonrasında bile şehrin aldığı hal insanı dehşet içinde bırakacak
kadar korkunçtu. Öfke ve üzüntü birbirine karıştı. Sonunda gözlerinden yaşlar
boşandı ve “böylesine güzel bir şehri ne hale çevirdik” diye hıçkırdı.
Tahminimce o dökülen gözyaşları güzelliğe, estetiğe, mimariye, medeniyete
odaklanmayı tercih edenle, bütün tarihi boyuca talana, haraca, kelle kesmeye ve
ganimet toplamaya odaklanan arasındaki uçurumu görmenin yarattığı dehşetli
eziklikten kaynaklanıyordu. İstanbul Fatih’in yüzüne ayna tutmuştu. Bir insanın
gelebileceği en üst noktaya gelmişti Fatih. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu
şeyi gerçekleştirmiş, en çok istediği şeyi elde etmişti. Ancak bu yükselişin bu
kadar acı vereceğini hiç düşünmemişti. 21 Haziranda Edirne’ye dönerken ardında
insandan arındırılmış, yıkılmış, tarumar edilmiş bir şehir bırakacaktı.
Fatih Ayasofya’dan sonra Konstantin’in sarayına gitti ve şehrin düşmesinden
sonra evine giderek olacakları bekleyen ve burada yakalanan, Bizans’ın en
önemli 2. Adamı Lukas Notaras’ın huzuruna getirilmesini istedi. Şehrin yarım
gün gibi bir sürede bile yağma ve talan nedeniyle müthiş bir yıkıma
uğramasından ötürü çok üzgün ve öfkeli olduğu gözlenen Mehmet Notaras’a “Niye
boş yere bu kadar direndiniz de şehrin mahvolmasına sebep oldunuz?” diye sordu.
Notaras “Efendim şehri size teslim etmek bizim elimizde değildi. Ayrıca sizin
adamlarınızdan bazıları sözle ve mektupla imparatora haber göndererek bizi
direnmeye teşvik ediyor ve “korkma padişah size tahakküm edemeyecektir”
diyorlardı” şeklinde cevap verdi. Notaras bu sözlerini orada bulunan Çandarlı
Halil Paşa’ya bakarak söyledi.
Bunun üzerine Çandarlı Notaras’a büyük tepki gösterdi. Ancak Notaras’ın bu
sözleri Mehmet’e uzun süredir beklediği kozu fazlasıyla vermişti. Mehmet,
Zaganos ve diğerleri öfke dolu gözlerle Çandarlı’ya baktılar. Mehmet
Çandarlı’ya doğru bir hamle yaptı. Sakalından çekti ve “Seni Rum dostu, hain”
diye söylendi.
İntikam saati gelmişti. Fatih hemen oradakilere Çandarlı’nın üzerindeki
Vezir-i Azam” kaftanının çıkarılmasını ve tutuklanmasını emretti. Bu konuşmanın
bir mizansen mi, yoksa gerçek bir konuşma mı olduğunu bilmiyoruz. Ancak bu
konuşmanın Mehmet’e, uzun süredir yapmayı istediği, ancak Çandarlı’nın
nüfuzundan korktuğu için sürekli ertelediği şeyi yapması için gerekli altyapıyı
sunduğunu anlıyoruz. Mehmet şehri almıştı ve artık güçlü bir padişahtı.
Çandarlı’nınsa bütün tezleri çökmüştü. Artık Çandarlı’yı tasfiye etmesinin
önünde herhangi bir engel kalmamıştı.
Mehmet önce Çandarlı’nın el ve ayaklarını bağlatarak Edirne’ye yollattı.
Hemen öldürme yoluna gitmedi. Onun yerine Zaganos Paşa aracılığıyla önce onun
itibarını sarsacak söylentinin, yani Bizans işbirlikçisi, hain ve ajan olduğu
söylentisinin yayılmasını sağladı. Bir süre sonra da bazı eski tarihçilerin
deyimiyle “envai çeşit işkence ve azap ile” öldürttü. Çok zengin bir insan olan
Çandarlı Halil Paşa’nın 120 bin dükalık hazinesi, mal, mülk ne varsa hepsine el
konuldu. Mehmet ayrıca Çandarlı’nın ailesinin yas tutmasını da engelledi.
Çandarlı’nın öldürülmesinden sonra beklendiği gibi vezir-i azamlığa Zaganos
getirildi. Ancak vezir-i azamlık makamı Zaganos’a da yar olmadı. Çocukluğundan
beri birlikte olduğu, birlikte büyüdüğü ve kendisiyle kader ortağı olan
insanlarla bile herhangi duygudaşlığı olmadığı anlaşılan Mehmet, tahta 2. Kez
oturduğunda beşikteki kardeşi Ahmet’i boğarak öldürmesi için görevlendirdiği
Evrenoszade Ali Bey’i, kundaktaki bebeğin öldürülmesine halkın büyük tepki
göstermesi üzerine, tepkileri yatıştırmak için nasıl idam ettirerek harcadıysa,
Çandarlı’nın öldürülmesinin ulema, devlet erkanı ve yeniçeriler arasında büyük
bir hoşnutsuzluk ve üzüntüye sebep olması nedeniyle, yine tepkileri yatıştırmak için, Çandarlı’nın katlinden sorumlu tuttuğu Zaganos’u ve
yine yıllardır birlikte hareket ettiği Hadım Şahabettin Paşa’yı görevinden
aldı. Bununla da yetinmedi. Zaganos’un kızı olan kendi karısını da
boşadı.(Fatih aynı zamanda Zaganos’un damadıydı) Fatih görevden aldığı ve siyasi hayatını bitirdiği Zaganos’un yerine vezir-i
azamlığa, öldürtmek için uzun bir süre acele etmeyeceği Mahmut Paşa'yı getirdi.
Gerek Osmanlı dönemindeki, gerekse Cumhuriyet dönemindeki “tarihçiler”,
padişahların işlediği bu tür cinayetleri aklama konusunda o kadar ileri
gittiler ki bunlardan bir tanesi gerçekten dudak uçuklatıcı:
“İstanbul’un fetholunduğunu müjdelemek için her memlekete birer elçi
gönderiliyordu. Bu arada öbür dünyaya, peygamberimize ve sahabelere de elçi
göndermek lazım geldi. Bu vazife de Halil Paşa’ya düştü” Bu satırları yazan
İbn-i Kemal. İbn-i Kemal Kanuni’nin şeyhülislam’ı ve resmi tarihçisi. Ancak
saçmalık burada bitmiyor. Profesör Mükrimin Halil Yinanç adında bir akıl fikir
yoksunu, Kanuni’nin şeyhülislamının yukarıda yazdığım zırvasını ciddi ciddi
alıntılayarak aktarıyor ve Çandarlı’nın öldürülme nedeninin öbür dünyaya elçi
gönderme ihtiyacından kaynaklandığını söylüyor.(Sanırım Zaytung gazetesi o
dönemlerde yayınlanıyor olsaydı bundan daha iyisini yazamazdı)
Daha sonra, padişahın övgüsüne ve belki de vereceği ödüle mazhar olacağı
umuduyla, onu asıl öldürenin kendisi olduğunu iddia eden iki yeniçeri,
imparator Konstantin’in başsız cesedini getirdiler Sultan’ın önüne. Mehmet
Notaras’a cesedin imparatora ait olup olmadığını sordu. Notaras, giysilerinden,
vücudundan ve çift başlı kartal simgesi bulunan çizmelerinden imparatoru tanıdı
ve cesedin efendisine ait olduğunu doğruladı. Daha sonra imparatorun başı da
bulunup getirildi. Mehmet başı eline aldı ve “Tanrı seni en yüce yerlere
gelesin diye yarattı. Ne diye kendini boş yere mahvettin” diye
söylendi.(İmparatorun başı daha sonra içi boşaltılarak samanla doldurulup
Ayasofya’nın önünde halka sergilenerek imparatorlarının öldüğü bütün Greklere
duyurulacak ve Fatih daha sonra İmparatorun cesedinin kendi inançları
doğrultusunda ve bilinmeyen bir yere gömülmesi için Grek halkın önde
gelenlerine verecektir. Bugün İstanbul’un Vefa semtinde İmparator Konstantin’e
ait olduğu söylenen bir mezar da vardır. Ancak bu mezarın imparator
Konstantin’in mezarı olduğu kesinlik kazanmış değildir.)
Mehmet Konstantin’in sarayından sonra karargaha geldi. Uzun tutsak
sıralarını gördü. Onbinlerce kişi hendeğin dışında kurulmuş tentelerin altında
koyunlar gibi güdülüyordu. 50.000’e yakın insan esir alınmıştı. Çocuklar
koparıldıkları annelerine, adamlar karılarına seslenerek boşuna bir cevap
bekliyorlardı. Osmanlı kampında ateşler yakılmış, davullu, zurnalı kutlamalar
başlamıştı. Ganimetler el değiştiriyor, değerli taşlar alınıp satılıyordu.
Geleneğe göre Fatih, kumandan sıfatıyla ele geçirilen her şeyin beşte
birine hak kazanıyordu. Fatih köleleştirilen Greklerden kendi payına düşenleri
Haliç kıyısındaki Phanar(Fener) bölgesine yerleştirdi.(Bu semtin Haliç’e açılan
kapısının adı Phanarion’du ve Bizans halkı bunu Fenari diye söylerdi.)
Esir alınan 30.000 kadar Bizans’lı Edirne, Bursa ve Ankara’daki köle
pazarlarına götürüldü ve satıldı. Bunların arasında babası ve kardeşi
öldürülen, ailesi dağılan, Bizanslı soylulardan Matteus Camariotes’de vardı.
Bütün bu kıyametin, kargaşanın ortasında tehlikeli ve olağanüstü bir çabaya
soyunarak, ailenin bazı üyelerini bulmayı başaran Camariotes anılarında şunları
yazar:
“Kızkardeşimi fidye ödeyerek bir yerden aldım. Annemi başka bir yerden.
Sonra da kardeşimin oğlunu buldum. Tanrı’ya şükürler olsun ki serbest
kalmalarını sağladım. Dört erkek yeğenimden üçü ise gençliğin verdiği
kırılganlıkla Hıristiyan imanından döndüler ve ben öylesi bir acı ve keder
içinde sürdürülen hayatı, adına hayat denirse, yaşadım”
Şehirde yaşayan ve kentin savunmasında canlı bir rol üstlenen Venedik
kolonisinin başı Minotto, oğlu ve diğer Venedikli ileri gelenleri idam edildi.
Otuz diğer Venedik’li fidye karşılığında İtalya’ya verildi. Kardinal İsidor
giysi değiştirerek kaçmayı başardı. Bocchiardi kardeşler Galata dahil her yerde
arandı ama bulunamadı. Onlar da hayata kalmayı başarmışlardı.
Haber Avrupa’da
Şehrin düşmesinin üzerinden bir gün bile geçmeden Fatih, Bizans’ın en
önemli 2. Adamı Lukas Notaras’a ve ailesine özgürlüklerini verdi. Notaras’ın
hasta karısını yatağında ziyaret etti. Notaras’tan isimlerini saptayarak tüm
Bizans soylularını arayıp buldurdu. Esir alınan soyluların hepsinin
fidyelerini, kendi payına ganimet olarak düşen altınlardan ödeyerek serbest
bıraktırdı.
Fatih daha da ileri giderek şeriatçı ulemanın tepesini attıracak
planlarından küçük bir kısmını Notaras’a çıtlattı ve ona, “şehrin bütün yönetim
işlerini sana vereceğim. Bizans zamanında sahip olduğundan daha büyük bir
şerefe ve konuma sahip olacaksın” dedi.
Burada da durmadı ve kuşatmanın başından beri Katoliklerle kiliselerin
birleşmesi anlaşmasının imzalanmış olmasına ateş püsküren patrik Gennadius’u
Ortodoks kilisesinin baş patriği yaptı. Ona patriklik asasını bizzat kendi
eliyle verdi. Onu patriğin özel giysileri içinde atına bindirdi. Gennadius atın
üzerinde, kendisi ise, atın ipinden tutmuş bir şekilde yürüyerek bir süre ona
eşlik etti.
Fatih’in amacı Müslümanlardan ve Hıristiyanlardan oluşan kozmopolit bir
şehir kurmaktı. Notaras’ı şehrin valisi yapmak, kilit noktalara bazı önemli
Bizanslı bürokratları getirmek istiyordu. Üstelik onlardan Müslüman olmalarını
istemeyi de düşünmüyordu.
Ancak 21 yaşın, çevresini saranlardan kolay etkilenebilir bir yaş olduğunu
da unutmamak gerekiyormuş. Şehrin düşmesinin üzerinden çok geçmedi. Günlerden
bir gün Fatih Okmeydanı’nda büyük bir ziyafet verdi. Bu ziyafet sırasında,
şarapla da hayli esrikleştiği söylenen Fatih, bir haremağasını Lukas Notaras’ın
evine göndererek, Notaras’tan genç ve güzel oğlunu kendisine göndermesini
istedi. Notaras “kendi evladımın alnına kendi elimle leke sürmektense ölmeyi
tercih ederim. Padişahınıza söyleyin. Cellat göndererek kafamızı alsın” diye
cevap verdi ve çocuğunu Fatih’e vermeyi reddetti. Bu cevap üzerine Mehmet
cellat göndererek Notaras’ı, çocuklarını ve Notaras’ın damadı Kantakuzenos’u
saraya getirtti ve hoşlandığı çocuk hariç hepsinin başlarını kestirtti.
Notaras öldürüleceği yere getirildiği zaman, çocuklarının kendisinin
idamını görüp korkmamaları için önce onların öldürülmelerini rica etti.
Çocuklarını öptü, okşadı, onlara korkmamaları için cesaret verdi ve cellada
teslim etti. Çocukları öldürülürken metin bakışlarla baktı. Çocuklarının
kendisinden önce öldürüldüklerine şükrederek Tanrı’ya dua etti ve cellada kendi
başını da uzatarak kararlı bir şekilde ölüme gitti.
Gerek Dukas gerekse Kritovulos’un Notaras’ın ölümüyle ilgili olarak anlattıkları
birbiriyle örtüşüyor. Kritovulos, Notaras’ın, önce çocuklarının öldürülmesini
istemesinin asıl nedeninin, çocukların ölüm korkusuyla dinlerini
değiştirmelerini önlemek için olduğunu tahmin ettiğini de ekliyor.
Ancak Fatih’in bütün bir Notaras ailesini(toplam 9 kişi) cinsel bir nedenle
öldürttüğü pek akla yakın görünmüyor. Gerek Kritovulos, gerek Dirimtekin ve
diğer bazı kaynakların anlatımlarından, şeriatçı ulemanın, Fatih’in, Notaras
gibi Bizans ileri gelenlerini kilit noktalara getirmeyi düşünmesinden dinsel
gerekçelerle çok rahatsız olduğunu, Zaganos hizbinin de Notaras ve
benzerlerinin kilit noktalara gelmesinin kendi konumlarını sarsacağından
kaygılandıklarını ve kıskançlık, kaygı ve öfkeyle, bu ziyafet sırasında
Fatih’i, Notaras ve diğer Bizans ileri gelenleri aleyhine kışkırttıkları,
Fatih’e bunların bir süre rahat durduktan sonra tekrar istiklal davasına
düşeceklerini, düşmanla işbirliği yapıp ecnebi devletlerini Osmanlı aleyhine
harekete geçirmeye çalışacaklarını söyleyerek bütün Bizans ileri gelenlerinin
imha edilmesini tavsiye ettikleri ve 21 yaşındaki Mehmet’i buna ikna ettikleri
anlaşılıyor. Bunu, daha sonraki günlerden bir gün Fatih’in, yanındaki bu
şeriatçı ulemayı “sizin yüzünüzden günahsız insanların kanına girdim” diyerek
kovmasından da anlıyoruz.
Şehrin düşmesinin üzerinden 11 gün geçti. 9 Haziran 1453 cumartesi günü
Girit’in Kandiye limanına 3 gemi girdi. İçinde, kulelerdeki kahramanca
savunmalarından ötürü Fatih tarafından gitmelerine izin verilen şövalyeleri de
taşıyan ve 29 mayıs sabahı Konstantinopol’den yelken açarak kaçmayı başaran bu
3 gemi Girit’e, kendileriyle birlikte Konstantinopol’ün düştüğü haberini
getirdi. Haber adayı dehşete boğdu. Korkunç bir panik, uğultu ve şaşkınlık
yaşandı şehirde. Bir keşiş “bundan daha kötü bir haber ne duyulmuştur, ne de
duyulacaktır” diye konuştu.
Bu arada Venedik gemileri de Ege’de haberi adadan adaya yayarak mekik
dokumaya başladı. Haber yıldırım hızıyla adalarda ve doğu denizlerinin
limanlarında duyuldu ve ulaştığı her yerde, Kıbrıs’ta, Rodos’ta, Korfu’da,
Khios’ta ve ötelerde olağanüstü bir dehşet dalgası yarattı.
Konstantinopol’ün düştüğü haberi Avrupa Anakarasına, şehrin düşmesinden tam
1 ay sonra, 29 haziran 1453 günü sabahı Venedik’te ulaştı. Gemilerden biri
sabah saatlerinde Venedik’in Bacino limanındaki ahşap iskeleye yanaştığında,
insanlar her zamanki gibi balkonlardan ve pencerelerden sarkmıştı. Şehre her
gelen gemi sevinç yaratırdı. Gemi demek şehre çok sayıda mal ve hediyelik eşya
gelmesi demekti. Gemi demek kadınların kocalarına ve sevgililerine kavuşması
demekti. Gemi demek başka diyarlardan taze haber ve konuşulacak yeni konular, dinlenecek çok sayıda hikaye demekti.
Ancak bu gemide bir tuhaflık vardı. Fazla kalabalıktı ve bu kalabalığa rağmen
çok sessizdi. İçindekiler limandakilere hiç de öyle sevinçli gözlerle
bakmıyordu. Geminin kaptanı ve mürettebatı limandaki meraklı kalabalığa
Konstantinopol’ün düştüğünü, Türklerin eline geçtiğini söyledi. Bu haber önce
bir sessizliğe, sonra büyük bir uğultunun, daha sonra feryatların, ağlamaların
ve inlemelerin kopmasına neden oldu. İnsanlar bir babanın ya da bir oğulun ya
da kardeşin kaybının verdiği acıyla ağlamaya, göğüslerini yumruklamaya, saçını
başını yolmaya başladı. Bazıları kendini balkonlarından aşağı attı. Ozanlar
ağıtlar yaktı. Kimileri 1 yıldan uzun süredir Bizans imparatoru Konstantin'in
ısrarlı yardım çağrılarına kulaklarını tıkayan devlet yöneticilerine küfretmeyi
tercih etti. Prens Byzas’ın “körler ülkesi”nin karşısında kurduğu günden bu
yana geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca efsanelere konu olmuş, asırlar boyu
gençlerin hayallerini süslemiş olan masal kent, şehirlerin kraliçesi artık
yoktu. O artık "barbar müslümanların" eline geçmişti.
Senato haberi taş kesilmiş bir sessizlikle karşıladı. Oylamalar ertelendi.
Konstantinopolis ve Pera(Galata) kentlerinin korkunç ve içler acısı düşüş haberi
uçan kuryelerle İtalya’nın her tarafına iletildi. Bu bilgi Bologna’ya 4 Temmuz,
Cenova’ya 6 Temmuz, Roma’ya 8 Temmuz 1453’te ulaştı. Çoğu insan önce habere
inanmadı. Haber doğrulanınca sokaklar yasa boğuldu.
Konstantinopol’ün Türklerin eline geçtiği haberi Avrupa’da adeta nükleer
bomba gibi patladı. Duyulan dehşet o kadar büyüktü ki bu dehşet, abartılı ve
uydurma haber ve söylentileri de doğurup yaydı. “Konstantinopol’de 6 yaşın
üstündeki herkes öldürülmüştü. Türkler 40.000 kişiyi kör etmişti. Tüm kiliseler
yıkılmıştı ve Türkler şimdi de İtalya’yı almaya hazırlanıyordu vs..vs..” Ne var
ki bu söylentiler uydurma dahi olsa yüzyıllar boyu Türk’ü yarı hayvana benzeten
söylence ve resimlerin de eşliğinde Avrupa’lının bilinçaltında yankılanmaya
devam etti.
Haber Germanya’da kendisine ulaştığında 3. Frederick hıçkırarak ağladı.
Konstantinopol’ün düştüğü haberi, o çağda bir haberin maksimum yayılma
hızını belirleyen şeylerle, son hızla giden bir yelkenlinin ya da dört nala
giden bir atın hızıyla yayılıyordu. İtalya’dan Fransa’ya, İspanya’ya,
Portekiz’e, Sırbistan’a, Macaristan’a, Polonya’ya ve daha ötelere…Danimarka ve
Norveç Kralı, Mehmet’i “denizden yükselen bir canavar” diye niteliyordu.
Konstantinopol’ün öyküsü yıllar ve yıllar boyu sadece saraylarda değil, yol
kavşaklarında, pazar yerlerinde, hanlarda da konuşuldu…konuşuldu. Fransız
besteci Guillaume Dufay Konstantinopol’ün hazin sonu için bir ağıt yazdı.
Şehrin savunmasında yer alıp da kurtulmayı başaranların her birini farklı
bir yazgı belirledi.
Grek mültecilerin çoğu yabancı bir ülkede yoksulluk ve
kaybettikleri yurtlarına duydukları hasretle yaşayıp öldüler. Çoğu Girit’te ve
İtalya’da kıt kanaat geçinerek yaşadı. Kral Konstantin’in Palaiologos
sülalesinden gelenler daha sonra muhtemelen başka etnisitelerle evlilikler
yaparak zaman içinde kayboldular. Bir ikisi gerek yoksulluk, gerekse sıla
hasretiyle yıllar sonra İstanbul’a dönüp Mehmet’in merhametine sığındı.
29 Mayıs 1453 günü şehirden kaçmayı başaranlardan Georgios Sphrantzes adlı
bir Grek’le eşi hayatlarını Korfu’da, Georgios’un yaşadığı acıları ve anılarını
yazdığı bir manastırda tamamladılar. Şehrin düşmesinden sonra Georgios’un iki
kızı da ganimet olarak zorla elinden alınmış ve padişaha hediye edilmişti. Oğlu
da idam edilmişti. 1455 yılı eylül ayında günlüğüne şunları yazdı:
“Ben acınası Georgios Sphrantzes. İmparatorluk Gardrobu 1. Lordu. Hiç
doğmamış olmak ya da çocuk yaşta ölmek benim için daha iyi olurdu. Ama öyle
olmadığına göre bırakalım 30 Ağustos 1401 günü doğduğum bilinsin. Güzel kızım
Tamar sultanın hareminde bir bulaşıcı hastalıktan öldü. Vah bana! Bi çare
babasına! Daha 14 yaşındaydı.”
Ne yazık ki Sphrantzes ölmeyi çok istemesine rağmen ölmedi ve 1477 yılına
kadar, yani Greklerin tamamen Osmanlı egemenliğine girdiğini görene kadar
yaşadı.
İmparator Konstantin, sonraki yıllarda Grek ruhunda Bizans’ın yitip gitmiş
görkemine duyulan bir özlem odağı ve Grek popüler kültüründe bir tür Kral
Arthur figürü haline geldi. Kehanete göre şimdi mezarında uyuyan kral bir gün,
eski Bizans komutanlarının zafer girişi yaptığı yaldızlı kapı’dan girecek ve
Türkleri doğuya, Kızıl elma ağacının olduğu yere kadar kovalayıp
Konstantinopol’ü geri alacaktı. Bu tür kehanetleri kendisi de işitmiş olan
Fatih Yaldızlı Kapı’yı ördürüp kapattırdı.
Bugün Bizans ruhunun en fazla yaşatıldığı yerin muhtemelen İmparator
Konstantin’in bir zamanlar Mora despotluğu yaptığı küçük ortaçağ kenti olan
Mistra olduğu söylenir. Her sokak lambasının direğinde bulunan çift başlı
kartal amblemiyle, Dukas’tan bir alıntının yazılı olduğu mermer bir fonun
önünde duran ve elinde kılıcıyla imanı savunurken betimlenen Konstantin
heykeliyle, bu küçük kentin hala da Bizans ruhunun mihrabı olduğunu düşünür kimileri.
Bizans savunmasının efsane kumandanı Justinyani Khios’a dönmeyi başardı.
Ama fazla yaşamadı. Başpiskopos Leonard’ın ifadesiyle ya aldığı yaradan ya da
hemen hemen herkes tarafından son yenilgiden sorumlu tutulmakla kaybettiği
itibarın acısıyla orada öldü. Şimdi kayıp olan mezar kitabesinde şunlar
yazıyordu:
“Burada Konstantinopolis’in düşmesi ve Doğulu Hıristiyanların son imparatoru ve
cesur önder, çok latif Konstantinus’un Türk Hükümdarı Mehmet’in elinde can
vermesi sırasında aldığı ölümcül yara nedeniyle 8 ağustos 1453’te ölen büyük
adam Ceneviz ve Khios soylusu Giovanni Giustiniani yatar”
-SON-
Kaynaklar:
Konstantiniyye Muhasarası günlüğü(Nicolo Barbaro)
1453(Roger Crowley)
Konstantinopol düştü(Steven
Runciman)
Fatih ve Fetih(Erdoğan
Aydın)
Fatih Sultan
Mehmet-İstanbul’un fethi ve fethin Karanlık noktaları(Hasan Kazankaya)
Yıldızın parladığı
anlar(Stefan Zweig)
İstanbul’un Fethi(Feridun
Dirimtekin)
Fatih Sultan Mehmet’in
Siyasi ve Askeri Faaliyeti(Selahattin Tansel)