4 Ekim 2015 Pazar

"Doğu" cephesinde yeni bir şey yok

“Doğu” cephesinde yeni bir şey yok
1978 yılının hangi ayıydı hatırlamıyorum ama Bülent Ecevit’in kurduğu bir azınlık hükümeti iktidardaydı. Ecevit bir gün ABD’ye karşı sert bir demeç patlattı. O günlerde binbir parçaya bölünmüş olsa da Türkiye’de sosyalist sol ve bütün bir Türkiye solunda Amerikan emperyalizmi karşıtlığı o kadar güçlüydü ki sosyal demokrasi de soldaki bu havadan etkileniyor, zaman zaman bu tür ABD karşıtı laflar edebiliyordu.
O günlerde anaç Mao’cu gurup sayılan Aydınlık gurubu da legal anlamda partileşmiş, Türkiye İşçi Köylü Partisi adında bir parti kurmuştu. Genel başkanı da tabi ki Doğu Perinçek olmuştu. Sovyetler Birliği ‘nin sosyalist bir ülke değil, “sosyal emperyalist” bir ülke olduğunu savlayan Aydınlık’çılar,(o zaman PDA’cılar diye bilinirlerdi) o günlere kadar uzun bir süre savunageldikleri “Ne Amerika ne Rusya Bağımsız Türkiye” söylemini de yavaş yavaş geri çekmeye, “Rus sosyal emperyalizminin” baş tehlike olduğunu dillendirmeye başlamışlardı.
Uzatmayalım. Aydınlıkçılar Ecevit’in bu demecini nasıl karşılamaları gerektiği konusunda tereddüte düştüler. Parti koridorlarında insanlar Ecevit’in bu tavrını desteklemeleri mi yoksa eleştirmeleri mi gerektiği konusunda yüksek sesle görüş belirtebilmek için Doğu Perinçek’in başkanlığında toplanan parti yönetim kurulunun toplantısının sonuçlanmasını ve Doğu Perinçek’in iki dudağı arasından çıkacak olan açıklamayı beklemeye koyuldular.(Acınası bir durum) Sonunda bekledikleri açıklama geldi ve parti koridorlarındaki duvarlara asıldı. Merakla açıklamayı okumaya çalışan partili kalabalığın arasından zorlukla okumayı başarabildiğim açıklamada Perinçek özetle şunları söylüyordu:
“Ecevit’in tavrı yanlıştır. Bugün baş tehdidin Rusya’dan geldiği şu günlerde bu tavır bizi yanlış bir yere götürecektir. Bugün ABD’nin on parmağının altında on pire, hangisini kaldırsa o pire uçup kaçacaktır. Bugün ABD gerileyen, Rusya ise yükselen emperyalist güçtür”
Bu açıklamayı okuyan ve aslında hepsinin Anti-Amerikan olduğundan emin olduğum o biçare insanların yüzlerindeki o buruk ifadeyi bugün bile hatırlıyorum. Sonraki günlerde hepsi istemeye istemeye, Amerikan emperyalizmini filan bir yana bırakıp Aydınlık’ın “Dördüncü ordu Doğuya” söylemini dillendirmeye başladılar.
Uzun yıllardır Aydınlık çizgisinde yayıncılık yapan Kaynak Yayınları genel yayın yönetmeni Sadık Usta’nın, 7 Haziran seçimleri sonrasında, yine Aydınlık’ta yazan Mehmet Ali Güller’in kurduğu, dışa kapalı bir mail gurubunda Vatan Partisini ve dolaylı olarak Doğu Perinçek’i eleştirmesi üzerine Doğu Perinçek tarafından görevinden alınması, Mehmet Ali Güller’in farklı görüş beyan ederek Aydınlık’ta açık açık Doğu Perinçek’le sürtüşmeye cüret etmesi sonrasında yazılarına son verilmesi üzerine, belleğimde yer etmiş olan bu eski anımı hatırladım.
Hadi Uluengin, Cengiz Çandar, Oral Çalışlar gibi Doğu Perinçek’in rahle-i tedrisatından geçenlerin hatırı sayılır bir bölümü 80 sonrasında dönekliğin uç örnekleri olarak medyada kendilerine yer bulurken, dönmeyip Aydınlık’ta kalmaya devam edenler de ancak bu “büyük teorisyenin” akıllara ziyan açılımlarını dillendirmeyi içlerine sindirdikleri sürece Aydınlık’ta yazmayı sürdürebildiler.
1980 öncesinde “Üç Dünya teorisi” savunuculuğunun Türkiye seksiyonu gibi çalışan Doğu Perinçek, 80 darbesinden hemen sonra bu teoriyi tamamen unuttu. Hatta sanki böyle bir teori hiç olmamış, hiçbir zaman bu teoriyi savunmamış gibi davranmayı seçti. Ona göre ne dilenecek bir özür, ne de yapılması gereken bir özeleştiri vardı.
Doğu Perinçek özeleştiri yapmaz, özür dilemez. Doğu Perinçek solun değil ama sol dışındaki kamuoyunun hafızasızlığına, özellikle de gençlerin onun geçmişi hakkındaki bilgisizliğine oynar ve her zaman ayakta kalmanın bir yolunu bulur. İster AKP’nin HSYK’yı tamamen ele geçirmesi gerçeğini ters yüz ederek “HSYK’ya seçilen savcıların hepsi cumhuriyet savcılarıdır, hepsine kefilim” diye zırvalasın, ister son 20 yılda yapılan her seçim öncesinde kendisiyle söyleşi yapan bir TV muhabirinin “peki siz İşçi Partisi olarak barajı aşacağınızı düşünüyor musunuz?” sorusuna “Ne barajı? Biz iktidara geliyoruz. İşçi Partisi iktidara geliyo. Amerika’da biliyo bunu” diye bol keseden salladıktan sonra seçim günü akşamı aldığı oyun % 0,2 olduğu ortaya çıksın. Doğu Perinçek “yanılmışım” demez.
Çünkü Doğu Perinçek hiç yanılmaz. 80’li yıllarda “Türkiye’de Kemalizm bitmiştir” diye yazılar döşendikten sonra, yükselen Kürt siyasi hareketine ağzı sulanarak bakıp PKK’dan “devrimci yurtsever bir örgüt” diye sözederken de yanılmıyordu, Sovyetler’e kısmen yakın gibi duran Vietnam’a karşı Kamboçya’da, Çin’in desteklediği ve daha sonra 1.5 milyon kişiyi kesecek olan Kızıl Kmer şefi Pol Pot’u desteklerken de.
Hazret 70’li yıllarda Çin Komünist Partisinin Türkiye şubesi olarak yükselmeyi kafaya koyduğu için, önceleri partinin yayın organı “Halkın Sesi” gazetesinde “Teng Siao Ping’in sağcı rüzgarına karşı uyanık olalım” diye yazılar yazdırıp, Mao’nun ölümü üzerine Çin Komünist Partisi içinde yaşanan kısa süreli iktidar mücadelesini-beklemedikleri bir şekilde-Teng Siao Ping yanlıları kazanınca, mücadeleyi kaybeden, Mao’nun karısının da içinde bulunduğu radikal gurubu “dörtlü çete” diye suçlayabilecek kadar pişkin, manevra yeteneği yüksek ve iyi koku alan adam olma özelliklerine sahiptir.
Doğu Perinçek hipnozu o kadar güçlüdür ki Vikinglerin Türk kökenli olduğunu söylerken de, yakın çevresinden bir Allahın kulu “yaw kardeşim. Biz de senin yanındayız ama bu kadar da saçmalama Allasen” demeye cesaret edemez.
Bu uzun on yılların büyük reis'i kişisel ikbal için yaptığı ahlaksızca hamlelerine kuramsal kılıf uydurmayı da iyi bilir. Bu "teorik açıklama" önce yakın çevreye hazmettirilir. Bu yakın çevre de bu teoriyi tabandaki gençlere aktarır. Başlangıçta ciddi bir yükseliş ve güçlenme ivmesi yakalamış gibi görünen TGB'nin derin sularda yüzmeye başlaması da bu "büyük teorisyen"in müdahaleleriyle engellenir ve örneğin Birleşik Haziran hareketi'nin "laik ve bilimsel eğitim" mitingine katılmayı düşünenlerin ağzına biber sürülerek gençlik örgütü hizaya sokulur.
Beyefendi son olarak, içinde yakın zamana kadar Aydınlık hareketine yakın duran, hatta bazıları uzun yıllar İşçi Partisini desteklemiş ve Aydınlık’ta düzenli yazı yazmış Ümit Zileli, Ferhan Şensoy, Tarık Akan, Bedri Baykam, Ataol Behramoğlu, Özdemir İnce, Levent Kırca, Fikret Otyam gibi aydınların ve sanatçıların da içinde bulunduğu “sanatçılar girişimi”nin, AKP’nin ortalığı kana bulayan, binlerce Kürdün kafasına bomba yağdırıldığı, daha fazla oy ve açık faşist diktatörlük için memleketi yangın yerine çeviren saldırısına karşı “Baş sorumlu sorumsuz cumhurbaşkanıdır” başlıklı bildirisine imza atanları aforoz etmiş. Çünkü yaşamakta olduğumuz şey “saray savaşı değil vatan savaşı”ymış.
Doğu Perinçek öyle diyorsa doğrudur. Sözkonusu olan vatansa vicdan, insanlık değerleri, ahlak vs. hepsi teferruattır. Çocuk cesetleri buzdolaplarında bekletilebilir. Suruç'ta, şurda burda bombalar patlatılıp yığınla insan öldürülebilir.
Çünkü Recep Tayyip Erdoğan ve AKP vatan savaşı vermektedir.
Yazının başlığı yazının özetidir.
“Doğu” cephesinde yeni bir şey yoktur.

28 Mayıs 2015 Perşembe

FETİH MASALLARI VE GERÇEKLER









1054 yılı yazının bunaltıcı derecede sıcak günlerinden bir gün, 16 Temmuz Pazar günü öğleden sonra saat 3.00 sıralarında, Ayasofya'da toplanmış kadınlı erkekli hıristiyan cemaat, sıcaktan bunalmış, ayinin başlamasını bekler, rahipler de ayin için son hazırlıklarını tamamlarken, kıyafetlerinden din adamı oldukları anlaşılan, ancak doğu kilisesi giysilerine hiç benzemeyen giysiler giyinmiş 3 kişi kilisenin büyük batı kapısından içeri girdi ve cemaatin meraklı bakışları arasında hızlı ve kararlı adımlarla mihraba doğru ilerledi. İçlerinden birinin adı Humbert'ti ve elinde, daha sonra Katolik batı kiliseleriye Ortodoks İstanbul kilisesi arasında yüzyıllar sürecek bir düşmanlığın tohumlarını atacak olan rulo şeklinde bir kağıt vardı.

Humbert kutsal makama yaklaşıp elindeki, papa’nın, kendi otoritesini tanımayan “sapık mezhebin” Konstantinopol’deki lideri patrik Michael Keroularios nezdinde bütün bir doğu kilisesini aforoz ettiğini bildiren aforoz bildirisini mihraba bıraktı ve kendisini bekleyen diğer kardinallerle birlikte hızla kiliseden ayrıldı. Olaya ayıkması bir iki dakika süren kilise görevlilerinden biri kağıdı kaptığı gibi Humbert’in peşinden seğirtip aforoz kağıdını geri alması için yalvardıysa da Humbert oralı olmadı.

Aslında ne Bizans imparatoru Konstantin Monomakus, hani şu kocası ölüm döşeğindeyken banyoda sevgilisiyle seks yapan imparatoriçe Zoe’nin 3. kocası olan adam, ne de Humbert ve ekibini Konstantinopol’e, batı ve doğu kiliseleri arasındaki anlaşmazlık konularını çözsün diye İstanbul’a gönderen Papa IX. Leo işin bu noktaya varmasını istememişler, bir anlaşma yolunun bulunmasını istemişlerdi. Ama halkın kendisine verdiği destekle kendisini neredeyse imparator ve imparatoriçeden bile daha güçlü hisseden Bizans patriği Michael Keroularios "Nuh diyor peygamber demiyor", batı kilisesinin otoritesini tanımıyordu. Görüşmeler uzadıkça uzadı. Sonunda patrik, kardinal Humbert’in görüşme isteğini reddedince ipler koptu. Zaten doğu kilisesinden nefret eden kardinal Humbert Roma’ya dönmeden Papa IX. Leo’nun öldüğü haberini alınca, bunu, uzun süredir çantasında sakladığı ve üzerinde papanın imzasının bulunmadığı iddia edilen aforoz kağıdını Ayasofya’nın mihrabına fırlatmak için bir fırsat saydı.

Hıristiyan Ortodoks kilisesinin aforoz edildiği haberi çabuk duyuldu ve halk arasında görülmemiş bir galeyana neden oldu. İstanbul halkı ayaklandı. Galeyana neden olan aforoz kağıdı halk önünde yakıldı. Onlar da kendilerini aforoz eden papalık delegelerini aforoz ettiler. Bu olay doğulu Ortodoks Hıristiyanlarla batılı Katolik Hıristiyanlar arasında etkisi yüzyıllar boyu devam edecek bir husumet ve nefreti tetikleyen ilk olay oldu.

İstanbul’un Türkler tarafından alınmasına götüren, daha doğrusu 1453’teki fethi kolaylaştıran olaylar zincirinin 2. ve belki de en büyük halkası 1204’teki Latin işgali oldu. Zannedersem İstanbul’un tarihi boyunca yaşadığı en büyük deprem, coğrafi depremleri saymazsak, buydu. O kadar ki Konstantinopol tarihi boyunca hiçbir dönemde Latinler tarafından işgal edildiği dönem ki kadar yakılıp yıkılmamış, yağmalanmamıştı. Öyleki Latin işgali bitip Bizans yeniden özgürlüğüne kavuştuktan sonra bile bir daha asla o eski zengin, şaşaalı günlerine dönemedi. 1261 yılına kadar devam eden Latin işgali İstanbul halkının hafızasından asla silinmedi. Konstantinopol’de Papalığa ve Katolik batı dünyasına duyulan nefret katlanarak büyüdü.

200 yıl arayla gerçekleşen bu iki dramatik olaydan yine yaklaşık 200 yıl sonra, 1453 yılında şehri kuşatan Sultan II. Mehmet’in şehri almasını kolaylaştıran önemli etmenler arasında Katoliklerle Ortodokslar arasında var olan bu nefret havasının olduğu söylenebilir.

Sultan Mehmet’in şehri almak için hazırlık yaptığını anlayan Bizans İmparatoru Konstantin’in 1452 yılından başlayarak Batıya gönderdiği elçiler aracığıyla yaptığı yardım çağrılarına, aralarındaki husumet nedeniyle katolik Batı dünyasının kulaklarını tıkaması, papalığın yardım koşulu olarak kendi otoritesinin tanınmasını istemesi, en sonunda imparator Konstantin’in batıdan yardım koparabilmek için Ayasofya’da “kiliselerin birleştirilmesi“ anlaşmasını imzalamaya razı olması, Katoliklerden nefret eden patrik Gennadius’un bu anlaşmayla imparator’un ruhunu şeytana sattığını söyleyerek halkı Türklere karşı imparator’un yanında savaşmamaya çağırması, hatta Bizans’ın imparatordan sonraki en önemli 2. Adamı, Başbakan Lukas Notaras’ın, içeride anlaşma töreni yapılırken, Ayasofya’nın önünde bir taşın üstüne çıkarak “şehrimizde Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederim” diye özetlenen sözleriyle muhalif bir tavır sergilemesi ve imparatoru yalnız bırakması, kuşatma öncesinde ve sırasında şehirdeki genel havanın ne olduğuna dair genel bir fikir verebilir.

Kuşatma öncesinde Bizans’ta ekonomik durumun da berbat olduğunu söylemek gerekiyor. II.Mehmet İstanbul’u kuşattığında Bizans o eski görkemli günlerinden çok uzaklaşmış, neredeyse İstanbul ve yakınındaki birkaç ada hariç bütün topraklarını kaybetmiş, hazine tam takır durumdaydı.

Yoksul Bizans halkı, bir yandan geniş topraklara sahip aristokratların, bir yandan da koyu Ortodoks halkın dini duygularını alabildiğine sömüren kilisenin cenderesi altında iki yakasını bir araya getirip yaşamaya çalışıyor, kilisenin asalak ve sahtekar papazları, bağış adı altında halkın elindekileri tırtıklıyordu. Elinde az buçuk bir toprağı olan bir köylüyü kiliseye çağırıp ona önce güler yüzle övgüler düzdükten ve Meryem Ana’nın onu ne kadar sevdiğini belirttikten sonra “dün gece Meryem Ana’mızı rüyamda gördüm. Bana senin toprağını kiliseye bağışlamanın doğru olacağını söyledi.” diyerek köylünün elindeki toprağı almaya çalışmak sık yaşanan olaylardandı.

Kuşatma öncesinde Bizans’ta Vatikan’la birleşme yanlılarıyla karşıtları arasında bir bölünme yaşanırken Osmanlı tarafında da Bizans’taki durumla kıyaslanamayacak kadar sert bir iktidar mücadelesi yaşanıyordu. Osmanlı devleti içindeki Türklerin, daha doğru bir deyimle söylersek Osmanlı yerli feodal aristokrasisinin temsilcisi, büyük toprak ağası ve tahminlere göre o dönemde dünyanın en zengin kişileri arasında yer aldığı söylenen Sadrazam Çandarlı Halil Paşa ile hıristiyan kökenli yönetici fraksiyon ve bu fraksiyonun temsilcisi Zaganos arasında, daha Fatih’in babası II. Murat hayattayken başlayan, birbirlerinin çocuklarını ve kardeşlerini öldürtmek, gözlerini kör ettirmek gibi karşılıklı hamlelerle devam eden amansız bir mücadele.

Artık daha fazla savaş ve sefer istemeyen, yerli üretimin canlandırılmasını isteyen 1. guruptakilerle, çıkarlarını sürekli yeni fetihlerde gören Hıristiyan kökenli bürokratlar arasındaki bu kanlı mücadele daha Fatih’in babası II. Murat zamanında başlamıştı. II. Murat başa geçer geçmez önce amcasını Edirne surlarına astırmış, hatta halkın gelip cesedi seyretmesini emretmiş, ardından kardeşi şehzade Mustafa’yı İznik surları dışında bir incir ağacına astırmış, daha sonra da “devletin bekası ve huzur ve güvenlik için”(siz onu “tahtını garantiye almak için” diye okuyun) diğer kardeşleri Ahmet, Yusuf ve Mahmut’u öldürmeyip sadece gözlerini kör ettirmekle yetinmişti.

Devlet içinde giderek güçlenen ve Fatih’in de içinde yer aldığı hıristiyan kökenli Zaganos gurubu daha II. Murat’ın sağlığından itibaren arka arkaya yaptığı hamlelerle II. Murat’ı iktidar edemez hale getirdi. Çandarlı’dan nefret eden bu gurup önlerinde engel olarak gördükleri ve II.Murat’tan sonra tahtın varisi olduğuna inanılan 2. Murat’ın oğlu ve Çandarlı çizgisindeki sancakbeyi Alaattin’i, onun 1 yaşındaki oğlu Gıyasettin’le 6 aylık oğlu Tacettin’i boğdurarak önlerindeki engelleri temizledi.

2. Murat’ın altını oyan bu gurubun sarayda giderek güçlenmesi ve Balkan’larda arka arkaya alınan birkaç yenilgi ile II. Murat’ın iktidar etme koşulları giderek ortadan kalktı. Tahttan çekilmek zorunda bırakılan II. Murat’ın yerine oğlu II.Mehmet(Fatih) geçirildi.

Osmanlıcı, Türk-İslam sentezcisi tarihçiler bizden, iktidar uğruna amcasını ve kardeşini astıran ve diğer kardeşlerinin gözlerini kör ettiren Sultan Murat’ın, tahtı fedakarlık yaparak,kendi isteğiyle, hem de o sırada sadece 12 yaşında olan oğluna bıraktığına inanmamızı ister. Oysa gerçekler Osmanlı sarayı içinde kıran kırana, acımasız bir mücadelenin varlığına ve başını Zaganos’un çektiği, sürekli yeni fetihlerden yana olan hıristiyan kökenli gurubun, yine başını Çandarlı’nın çektiği Türk kökenli zengin Paşalar aristokrasisinden gerçek iktidarı almaya çalıştığına işaret ediyor.

Zaganos gurubu II.Murat’ı tahtından etmeyi ve yerine II.Mehmet’i geçirmeyi başardıysa da Çandarlı’nın gücünü bütünüyle kıramadı ve çocuk Mehmet’in padişahlığı, Çandarlı gurubunun çabalarıyla uzun sürmedi. Çandarlı’nın tertiplediği bir yeniçeri ayaklanmasıyla diğer gurubun gücü kırıldı. Çandarlı'nın II.Murat’la birlikte hazırladığı plana göre “padişah” Mehmet bir av eğlencesi bahanesiyle şehirden dışarı çıkarılacak ve Murat gizlice saraya getirilip padişah ilan edilecekti.

Gerçekten de Mehmet avdan dönünce kendisini tahttan indirilmiş buldu ve 1446 Ağustos’unda II. Murat yeniçerilerin sevinç çığlıkları arasında yeniden tahta oturdu. Mehmet, Zaganos ve diğerleri Manisa’ya gönderildi.

Ancak Çandarlı gurubunun bu zaferi de uzun sürmedi. II.Murat yeniden tahta geçişinin üzerinden 5 yıl geçmeden 1451’ de, henüz 47 yaşındayken, Tunca adasında, çok sevdiği bir kaç genç erkekle beraber düzenlediği bir eğlence sonrasında fenalaşarak aniden öldü.

47 yaşın ölmek için oldukça genç bir yaş olduğu dikkate alınırsa Zaganos gurubunun satın aldığı adamlardan biri tarafından zehirlenmiş olması ihtimali hayli yüksektir. Düşünsenize, ortada hiçbir neden yokken genç bir padişah bir eğlence sonrasında fenalaşıyor ve 3 gün sonra ölüyor. II. Murat’ın Zaganos Partisinin satın aldığı adamlardan biri tarafından zehirlenerek öldürtüldüğünü düşünmemiz için yeterince neden var. Murat oğlu Mehmet'i(Fatih'i) sevmiyordu. Oğlu Alaattin’in Zaganos gurubu tarafından öldürtüldüğünü biliyordu. Vasiyetnamesinde “Beni Alaattin’in yanına gömünüz.” dedikten sonra “Evlat ve akrabamdan kimseyi yanıma gömmeyiniz” şeklinde bir istekte bulunması oğlu Mehmet’e işaret ettiğini düşündürtüyor. Çünkü Alaattin Murat’ın padişah adayıyken, Mehmet, Murat’ın hiç istemediği Zaganos hizbinin padişah adayıdır.

Ayrıca Murat’in Ahmet adında yeni bir oğlu daha olmuştu ve Murat’ın bu oğlunu padişahlığa hazırlayacağı kesindi. Bu gerçek de Zaganos gurubunun elini çabuk tutması gerektiğini gösteriyor. Çünkü Sultan Murat henüz genç denilebilecek yaştadır ve çok muhtemelen Ahmet büyüyene kadar yaşayacaktır. 15-20 yıl sonra ölecek bir Murat, Zaganos gurubunun bütün planlarını suya düşürecek ve oğlu Ahmet’in tahta oturmasına engel olamayacaklardır. Bu nedenle Murat’ın, Ahmet büyümeden, hemen ortadan kaldırılması Mehmet’in tahta geçmesi için zorunludur.

İşte tam bu noktada Çandarlı hayatının hatasını yaptı ve Murat’ın ölümü üzerine, 5 yıl önce bir saray darbesiyle tahttan indirip Manisa’ya gönderdiği Mehmet’e haber göndererek acele Edirne’ye gelmesini istedi.

Çandarlı’nın neden böyle yaptığını bilmiyoruz. Çandarlı Mehmet’i sevmiyordu. Mehmet de onu. Mehmet’in yerine neden Konstantinopol’e(Bizans’a) haber göndererek Orhan’ı çağırmadığını bilmiyoruz. Üstelik yeniçeriler de Mehmet’i sevmiyor, Şehzade Orhan’ı istiyordu ve Çandarlı’nın yeniçeriler üzerindeki hakimiyeti çok güçlüydü.

Burada durup, daha sonra yeğeni Mehmet’e karşı, kendisini destekleyen Türklerle birlikte Bizans'ın yani İstanbul’un savunmasında yer alacak olan Orhan’ın kim olduğuna da kısaca değinelim. İstanbul’un fethine kadar, kardeş katliamından kurtulmak isteyen şehzadelerin kaçıp Bizans’a sığınması ve orada yaşaması sık yaşanan olaylardandı. Fatih’in dedesi Çelebi Mehmet, oğlu Murat’ın iktidar hırsını ve acımasızlığını bildiği için vasiyetnamesinde, eğer Murat tahta geçerse diğer oğullarını öldürmesin diye, onların Bizans imparatorunun korumasına verilmesini istediğini yazar. Vasiyetname yerine getirilemez ve Murat kardeşlerinin gözünü kör ettirir. Kesin olmamakla beraber Orhan’ın II. Murat’ın, tahtta hak iddia etmesi ihtimali bulunan bir akrabası olduğunu sanıyoruz. 
Orhan beraberindeki 600 cıvarında Türk’le birlikte İstanbul’da yaşıyor ve tahta oturmak için II.Murat’ın ölüm haberinin gelmesini bekliyordu. Bizans’ta bu tür şehzadeleri, gerektiğinde kendi adamı olarak Osmanlı tahtına oturabilecek bir unsur olarak elinin altında bulunduruyordu.

Belki de Çandarlı, Mehmet’in, tahta oturursa, İstanbul’u fethetmeye kalkmak gibi çılgın bir maceraya girişeceğini bilmiyor, şehzade Orhan’ı değil de onu Edirne’ye çağırdığı ve tahta 2. Kez oturmasını sağladığı için ona minnettar kalacağını ve kendisine duyduğu kini unutacağını sanıyordu.

Ve yine belki de Çandarlı kendisini çok güçlü hissediyor, bu nedenle Mehmet’in kendisine bir şey yapamayacağını sanıyordu. Yeniçeri Ağası Kurtçu Doğan, Anadolu Beylerbeyi Özgüroğlu İsa bey ve 2. Vezir İshak paşa Çandarlı’nın adamlarıydı. Yeniçerler de Çandarlı’yı seviyor, Mehmet’ten hiç hazzetmiyorlardı. Devletin tepesindeki unsurlardan sadece Rumeli Beylerbeyi Karaca bey Mehmet’ten yanaydı.

Çandarlı, Mehmet’in intikam almak için uygun zamanı bekleyen, kinini gizlemesini bilen bir doğası olduğunu, Mehmet’i Edirne’ye çağırmakla kendi mezarını kazdığını bilmiyordu. Çok muhtemelen Çandarlı’nın bu kararında onun devlete verdiği önem ve ciddi bir bürokrat olması önemli rol oynadı.

Evet, Çandarlı gizlice bir ulakla II.Mehmet’e haber göndererek derhal Edirne’ye gelmesini istedi. Mehmet askerleriyle birlikte hemen atına atlayarak uçar gibi Edirne’ye yol aldı. Ancak o daha Çanakkale cıvarındayken yeniçeriler Murat’ın ölümünü öğrenip ayaklandılar. Tahta 2. Mehmet’i değil, Şehzade Orhan’ı istiyorlar, üstelik ayaklanırlarken de Çandarlı’nın kendilerini destekleyeceğini, bu ayaklanmanın onu mutlu edeceğini zannediyorlardı. Oysa karşılarında Çandarlı’yı buldular. Çandarlı ayaklananları susturdu ve Mehmet’in tahta oturmasını sağladı.

II.Mehmet Edirne’ye varıp tahta oturur oturmaz babası Murat’ın yeni doğmuş olan oğlu, yani beşikteki kardeşi Ahmet’i boğması için Evrenoszade Ali Bey’i görevlendirdi. Ertesi gün Ahmet’in annesi tahttaki Mehmet’e babasının ölümünden ötürü taziyelerini sunarken o sırada Evrenoszade kadının beşikteki oğlunu boğmakla meşguldü. Mehmet’in tahta geçer geçmez kardeşini öldürttüğü haberi Edirne’de büyük bir tepkiyle karşılanınca Mehmet bu kez de tepkileri yatıştırmak için, emrini yerine getirmekten başka bir suçu olmayan Evrenoszade Ali Bey’i idam ettirdi. Oğlu Ahmet’in acısından çılgına dönen ve çığlıklar atan annesini de, bir daha hamile kalması ihtimaline karşılık hadım edilmiş bir köle ile zorla evlendirerek gönderdi.

O dönemlerde yaşayan Osmanlı tarih yazıcıları bu tür katliamları ve vahşeti anlatırken padişahın hoşuna gidecek öyle bir dil kullanırlar ki, bunları okuyunca insanın bu katliamlara katliam demekten vazgeçesi geliyor. Bunlardan Bostanzade Yahya Efendi adındaki sözüm ona bir “tarihçi”, Fatih’in tahta geçer geçmez beşikteki kardeşini boğdurtmasını şöyle anlatır:

“Sultan Mehmet Han’ın yalnız İsfendiyar kızından doğan Sultan Ahmet adlı küçük kardeşi hayatta kalmıştı. Onu intizam-ı alem için şehit ettirerek günahsızlık örneği tabutunu, cennete yol alan babasının tabutu ardına katmıştı. Olgun derecede alimliği, dinine bağlılığı, iyilikseverliği, sonsuz adaleti ve bağışlayıcılığla tanınır.”

Evet intizam-ı alem için. Yani devlet düzeninin bozulmaması için. Bu intizam-ı alem için sözü o kadar sihirli bir sözcüktür ki , onu söyleyince akan sular durur. Tahta geçtiğinizde, eğer 28 kardeşiniz varsa, intizam-ı alem için hepsini birden öldürebilirsiniz. Niye? Devlet düzeni bozulmasın diye. Daha doğrusu tahtınız tehlikeye girmesin diye.

Şimdi adını unuttuğum bu tür Osmanlı dönemi tarihçilerinden biri de tahta geçer geçmez 5 kardeşinin beşini de öldürten bir Osmanlı padişahı için şunları yazmıştı.
“Kara yağız yiğit bir delikanlıydı. İyilikseverliği ve bağışlayıcılığıyla tanınırdı. Tahta geçer geçmez 5 kardeşine de ecel şerbeti içirdi”. Katliamı öyle tatlı anlatıyorlarki katliam kavramının anlamı değişiyor sanki.

Mehmet, tahta oturduktan sonra kendi adamlarının ağırlıkta olduğu bir divan oluşturdu. Ancak Zaganos’u ve kendi hizip başlarını şaşırtarak-Çandarlı’nın yeniçeriler üzerindeki gücünü ve şimdilik kaydıyla onunla iyi geçinmesi gerektiğini bildiği için-Çandarlı’yı vezir-i azam, kendi hizip başları olan Hadım Şehabettin, Saruca paşa ve Zaganos Paşayı ikinci, üçüncü ve dördüncü vezir yaptı.

Böylece Osmanlı Devleti içindeki iktidar mücadelesini, uzun yıllar boyu sabırla önlerindeki engelleri birer birer temizleyen ve rakiplerini fiziken tasfiye etmeyi başaran hıristiyan kökenli fraksiyon kazandı ve II. Mehmet 2. kez tahta oturdu.

Zaganos gurubunun bu zaferiyle birlikte Osmanlı Devletinde yabancı kökenlilerin iktidarı dönemi başlayacaktı.

Osmanlı’cı tarih yazıcıları durumu ne kadar çarpıtmaya ve Fatih’in, gizlemekte pek güçlük çektikleri kimliğine Müslüman-Türk bir kılıf uydurmaya çalışırlarsa çalışsınlar, II. Mehmet'in, yani Fatih Sultan Mehmet’in Sırp kralı George Brankoviç’in kızı Mara Despina’dan doğma olduğu hemen hemen kesinleşmiş bir bilgidir. Sırp kralı Brankoviç, kızı Despina’yı Fatih’in Babası II.Murat’a hediye olarak vermiştir. Mara Despina hiç bir zaman Müslüman olmamış ve hayatının sonuna kadar Hıristiyan kalmıştır. Aslına bakarsanız o dönemde yaşayan Osmanlı dönemi tarih yazıcıları, bizim cumhuriyet döneminde ortaya çıkan ve halen varlığını sürdüren Türk-İslam sentezcisi milliyetçilerin, Fatih’in annesinin yabancı ve Hıristiyan olduğu gerçeğinden utanacaklarını bilmedikleri için, o zaman bu gerçeği hiç gizlemeye çalışmadan yazıp çizmişlerdi. Bugün milliyetçi-mukaddesatçıların Fatih’in gerçek annesi olduğunu ısrarla iddia ettikleri Alime Hatun(Hüma Hatun) Fatih’in babası II. Murat’ın resmi karısıdır. Fatih’in gerçek annesi değil üvey annesidir. Zaten Fatih’in tahta geçer geçmez beşikteki kardeşi Ahmet’i banyoda boğdurtmasının muhtemel nedeni de kendisi bir cariyeden doğmuşken(Mara Despina), beşikteki Ahmet’in resmi bir anneden doğmuş olması ve ileride taht için hak iddia etmesi olasılığıydı.

Mara Despina’nın Fatih’in gerçek annesi olduğunun en kesin kanıtı bugün Topkapı sarayı arşivlerinde bulunan Fatih fermanında Mara Despina’dan “Bu devrin Hıristiyan kadınlarının en yücelerinden olan anam Despina Hatun” diye söz etmesi ve kendisine Selanik’te ölünceye kadar kullanabileceği, içinde bir manastırın da yer aldığı geniş bir arazi bağışlamasıdır.

Mehmet’in tarihe, özellikle askeri tarihe karşı müthiş bir ilgisi vardı. Eğitimi sırasında Arapça, Farsça, Latince ve Yunanca’yı bildiği pek çok tarihçi tarafından yazılmıştır.Ancak Latince ve Yunancayı, hem de İlyada’yı okuyacak derecede bildiği konusundaki savların abartılı olduğu kanısındayım.

Mehmet bütün hayatı boyunca Konstantinopol’ün fethi hayaliyle yaşadı dersek fazla abartmış olmayız. Aslında farklı konularda yaptığım tarih okumaları sırasında edindiğim kesin bir izlenim var. O da şu: İstanbul bütün bir tarih boyunca, neredeyse milattan önceki zamanlardan beri, özellikle Avrupa’lıların, Akdeniz dünyasındaki ülkelerle Arap Ülkelerindeki insanların gözünde adeta bir masal kent olagelmiş. Konstantinopol’ün güzelliği, zenginliği, ihtişamı, biraz da yılın 6 ayı ortalıkta görünmeyip sonra ana yurduna dönen denizcilerin arkadaşlarına hava atmak amacıyla abartarak anlattığı bir masallar diyarı.

Şurasını çok iyi anlamak zorundayız. Osmanlı Devleti, talan, haraç ve vergi üzerinden kendisini var eden ve varlığını sürdürebilen bir devlettir. Yani bu devlet yağma ve talansız, ele geçirilen diyarları haraca ve vergiye bağlamadan yapamayan, varlığını sürdüremeyen bir devlettir. Bu da ancak sürekli gaza ile, sefere çıkmakla, savaşmakla olabilecek bir şeydir. İşte bu devletin hakim güçleri olan ve merkezin yerel üzerindeki hakimiyetini savunan “devletlu” devşirmelerle, yani Hıristiyan kökenli yabancı yöneticilerle, başını Çandarlı Halil Paşa’nın çektiği, merkezin çok güçlenmesinden rahatsız olan ve artık barış yapılmasını, zırt pırt sefere gidilmemesini, daha çok yerli üretimin canlandırılmasını ve böylece sahip oldukları geniş topraklar üzerinden sağladıkları gelirleri artırmayı isteyen Türk kökenli aristokrasi arasındaki “yaman çelişki” budur. Bu çelişki, yani bu iki sınıf arasındaki mücadele 29 Mayıs 1453 Salı sabahına kadar sürecek ve Çandarlı’nın işkence edilerek öldürülmesiyle Fatih tarafından kesin bir şekilde çözülecektir.

II.Mehmet’in şahsında iktidara gelen fetih’çi fraksiyonun İstanbul’u almak istemesinin kolay anlaşılabilir birkaç nedeni var. Her şeyden önce, iktidara gelmeyi başaran bu sınıf, doğası gereği sürekli ileri atılmadan yapamayan, durursa gerileyecek ve iktidardan düşecek olan bir sınıftır. Bu nedenle Konstantinopol’ün alınması, yeni devletlü sınıfın emperyal kurumlaşmasını sağlayacak en büyük atılım olacaktır. 2. si İstanbul, daha doğrusu Bizans, iki kıtaya yayılmış güçlü bir devletin ortasında kalmış küçük bir yarımada devletçiğidir ve ayak altında dolaşmaktadır. 3. sü başkent Edirne sınıra çok yakındır ve başkent olmak için risk taşımaktadır.

Ancak her ne kadar devşirmeler sınıfı Mehmet’i iktidara getirmeyi başarmışsa da Çandarlı hizbinin, Mehmet iktidara gelir gelmez devletteki gücünü yitirdiğini düşünmek yanlış olur. Mehmet padişah olmasına rağmen Çandarlı’nın yeniçeriler üzerindeki hakimiyeti Mehmet’ten çok daha fazladır. Ayrıca bir tür o zamanki bakanlar kurulu diyebileceğimiz Divan’da Çandarlı Partisinin içinde yer alan yerel Bey’ler ve paşalardan da vardır. Mehmet’in tahta oturmasına rağmen, kendisini bir zamanlar bir saray darbesiyle tahttan indirip Zaganos’la birlikte Manisa’ya gönderen, nefret ettiği Çandarlı’yı başvezir yapmasının nedeni de saray içi dengeleri gözetmesi gerektiğinin farkında olması, Çandarlı’ya bir şey yapacak olursa, o sıralarda kendisini pek sevmeyen, Çandarlı’ya bağlı yeniçerilerin ayaklanacağını biliyor olmasıdır.






Fatih iktidara geldiğinde Bizans İmparatorluğu neredeyse sadece İstanbul şehrinden ibaretti. Bir zamanların 700 bin nüfuslu, görkemli Konstantinopol’ü şimdi 70.000 kişinin yaşadığı bir yerdi. Bizans artık sadece İstanbul, yakınlardaki birkaç kale ve bazı köylerden ibaret bir şehir devletiydi artık. Ticari çekiciliğini de karşı kıyıdaki Galata’ya yitirmişti.Eski askeri gücünden eser yoktu. O yıllarda şehre gelen Fransız gezgin Bertanrndon Konstantinopolis’i “büyüleyici ama çok pejmürde” bulduğunu söyler. Bertarndon’un anlatımından Ayasofya’nın önündeki Forum Augustion’da(Sultanahmet meydanı) atlı Justinianus heykelinin hala ayakta durduğunu anlıyoruz.

Şehir kozmopolit bir yapıdaydı. Şehirde Ermeni, Rus hatta bir de küçük bir Türk kolonisi vardı.

İmparator Konstantin Fatih’ten 27 yaş büyüktü. 1405 yılında istanbul’da doğmuş ve kentin durumunun gün geçtikçe kötüleşmesini izleyerek büyümüştü.17 yaşındayken yani 1422 yılında, şehrin, Fatih’in babası II. Murat tarafından kuşatıldığını görmüştü. 3 kardeşi vardı. Tarihçiler Kral Konstantin’in, önceki imparator Manuel’in oğulları arasında en yetenekli, güvenilir, kötü niyetten uzak, cesur ve derin yurtseverlik duyguları olan birisi olduğu konusunda hemfikir görünüyorlar. Bu özellikleriyle Konstantin, kararsız, bencil ve kaypak özelliklere sahip olduğu söylenen diğer kardeşleri Demetrius, Tomas ve Teodore’den ayrılıyordu.

II. Mehmet tahta oturduktan hemen sonra gelen Bizans elçilerine, Allah, kitap, peygamber ve melekler üzerine yemin ederek, babasının Bizans'la sürdürdüğü dostane ilişkilere bağlı kalacağına söz verdi. 


Hemen ardından da Konstantinopol’ü almak için hazırlıklara başladı:) Önce 3 casusunu tüccar kılığında şehre göndererek onlardan şehirde 1 ay süreyle kalmalarını, bu süre içinde şehrin her tarafını dolaşmalarını, şehrin nüfusu, coğrafi yapısı, surların durumu, askeri gücü, halkın moral yapısı vs. hakkında geniş ve ayrıntılı bir çalışma yapmalarını ve bir ay sonra kendisine bir rapor halinde sunmalarını istedi.

1 ay sonra casuslar Konstantinopol’de tahminen 50 ila 75 bin arasında bir nüfusun yaşadığını, şehrin 2 sıra halinde surlarla çevrili olduğunu, askeri gücünün de çok yüksek olduğunu sanmadıklarını belirttikleri raporlarını Mehmet’e ilettiler.

Mehmet niyetini Çandarlı’ya açtı. Daha sonra da dedesi Yıldırım Beyazıt’ın İstanbul’un Anadolu yakasında yaptırttığı Anadolu Hisarının tam karşısında bir hisar yapılmasını emretti. Mehmet’in amacı boğaz’daki trafiği tam kontrol altına almak ve yakında başlatmayı düşündüğü kuşatma sırasında Karadeniz’den Bizans’a herhangi bir erzak veya cephane yardımını imkansız kılmaktı.

Hisarın yapımından önce Mehmet çevre temizliği yapmaya başladı. Yani Bizans’a ait çevre köy ve Trakya’daki bazı küçük Bizans yerleşimlerini kolayca denetimi altına aldı. 1452’nin Mart ayında da hisarın yapımına başlandı. Rumelihisarı’nın yapılacağı yerde eski bir manastır vardı. Türkler hisar inşaatı için manastırın taşlarını kullanmaya, hayvanlarını da o yöredeki Bizanslı köylülerin tarlalarında otlatmaya başladırlar. Bizanslı köylülerin itirazları şiddetle bastırıldı. 4.5 ay sonra, 31 Ağustos 1452 perşembe günü h
isarın yapımı tamamlanmıştı.

Günlerden bir gün, her yıl periodik olarak Konstantinopol’e yük getiren bir Venedik gemisinin kaptanı Antonio Rizzo, İstanbul Boğazından Marmara’ya doğru seyrederken aniden sağında gördüğü manzara karşısında neye uğradığını şaşırdı. 8 veya 9 ay önce Konstantinopol’den Trabzon’a açılırken buradan geçmişti. O zaman burada otlar ve yıkık dökük bir manastırdan başka bir şey yoktu. Şimdiyse karşısında görkemli burçlarıyla, silahlı, toplu askerleriyle devasa bir kale yükseliyordu. 


Kale’den “yelkenlerini indir ve hız kes” emri geldi ilkin. Rizzo ise adamlarına küreklere asılıp hızı artırmalarını emretti. İlk top mermisi yakınlarına, 2.si ise geminin tam ortasına düştü. Hepsi denize atlayarak karaya doğru yüzmeye başladılar, yakalandılar ve Sultan Mehmet’in huzuruna çıkarıldılar.

Mehmet geminin Konstantinopol’e yük götürdüğünü öğrenince küplere bindi. Tabi hemen mürettebatın kellelerinin uçurulmasını emretti. Kaptan Rizzo’yu da makatından kazığa oturttu. Mehmet cesetlerinin gömülmemesini de emretti. Tek bir kişi kurtuldu bu katliamdan. Rizzo’nun güzel yüzlü, genç seyir katibi Nicolo. Arkadaşlarının birer birer kellelerinin uçurulduğunu gören ve korkudan dili tutulan Nicolo Mehmet’in çok hoşuna gitti ve Sultanın haremine alındı.

Rumeli hisarının yapımı sürerken Sultan Mehmet’in amacına ulaşmasını kolaylaştıracak çok önemli bir gelişme daha oldu. Bizans’ta yaşamakta olan Urban adında bir Macar topçu ustası uzun süredir kendisine verilen sözlerin tutulmaması, ücretinin düzenli ve eksiksiz ödenmemesi nedeniyle Bizans’tan kaçarak Osmanlı karargahına geldi. Bir şekilde kendisini tanıttıktan sonra Sultan Mehmet’le görüştürülmesi sağlandı. Urban Fatih’e o güne kadar dünyada görülmemiş büyüklükte ve Babil surlarını bile yıkabilecek güçte toplar dökebileceğini söyledi. İnandırıcıydı da. Mehmet Urban’a istediği bütün koşulları sağladı ve hemen çalışmaya başlamasını istedi.

Hisarın yapımı, şehir hakkındaki ilk fizibilite çalışmaları, Bizans’ın periferisindeki küçük şehir, kasaba ve köylerin ele geçirilmesi gibi işler tamamlandıktan sonra Fatih ve askerleri kışı geçirmek üzere Edirne’ye döndüler. Urban hızla çalışmaya başladı ve söz verdiği topları kısa sürede üretti.

Sıra Urban’ın ürettiği Şahi topun etkisini, tahrip gücünü görmek için yapılacak deneme atışına geldi. O gün tellallar Edirne sokaklarında davullar eşliğinde halka duyuru yaparak, yaşlıların, hamile kadınların, bebeklerin, patlamanın korkunç gürültüsü nedeniyle korkmamaları için hazırlıklı olmalarını istediler. Deneme atışı tam bir başarıyla sonuçlandı. Top neredeyse 1 km. ötede düştüğü yerde muazzam bir çukur açmıştı. Mehmet sonuçtan memnundu.

Fatih topların kendilerinin baharda başlatacakları uzun yürüyüşten önce İstanbul’a nakledilmeye başlanmasını istedi. Çok sayıda araba, manda ve askerin eşliğinde toplar Ocak ayında İstanbul’a doğru yola çıktı. Ancak onlardan önce yüzlerce inşaat işçisi, marangoz, amele yola çıkarak önce top arabalarının rahatça sürülebilmesi, arkasından da baharda başlayacak olan uzun yürüyüş sırasında yüzbinlerce insanın rahatça yürüyebilmesi için Edirne-İstanbul arasındaki yolu düzlemeye, ağaçları kesmeye, su birikintilerini toprakla ve kalaslarla tahkim etmeye başladılar.

Bu sırada Bizans’ta da saflar iyice belirginleşti. İmparator Konstantin, Batı Katolik kilisesiyle aralarındaki, 1054 yazında Humbert’in aforoz kağıdını Ayasofyanın mihrabına bırakmasıyla başlayan ve yüzyıllardır sürmekte olan düşmanlığın son bulması ve yaklaşmakta olan Türk saldırısına karşı Avrupa’dan yardım alabilmek için, bağrına taş basarak, kiliselerin birleşmesi anlaşmasını imzaladığından beri, “artık bu kilisede ibadet edilmez” diyen katı Ortodoksların önemli bir bölümü artık Ayasofya’ya gelmiyordu. Roma ile birleşmeyi savunan imparatorun ruhunu şeytana sattığını söyleyen patrik Gennadius’la donanma komutanı Grandük Notaras açık işbirliğine girdiler.

Konstantin maddi gücü elverdiği ölçüde surların yıkılmış bölümlerini onarttı, sağlamlaştırdı. Kiliselerin birleşmesi anlaşmasını imzalamıştı imzalamasına ama Batıdan gelen yardım hepi topu 700 kişilik bir savaşçı birliği oldu

Ceneviz'li komutan Juistinyani komutasında şövalyeler 2 gemiyle alkışlar arasında şehre girdiler.






II. Mehmet kuşatma öncesinde Osmanlı yönetimi altındaki her yerden asker toplamaya başladı. Anadolu’nun ve Trakya’nın köy, kasaba ve şehirlerinden onbinlerce insan Edirne’de ve diğer toplanma merkezlerinde toplandı. Bunun dışında yine babası II. Murat zamanında fethedilmiş Avrupa şehirlerinden onbinlerce Hıristiyan genç savaşmak üzere Edirne’ye getirildi. İlk birlikler şubat ayında, diğerleri de mart ayında hareket ederek yürüyüşe başladılar. Mart ayında büyük bir insan seli Batıdan Doğuya doğru akarken ek olarak yüzlerce manda, büyük ve küçükbaş hayvan da onlarla beraber Konstantinopol’e doğru yürüyordu.

Burada bir noktaya dikkat çekmekte yarar var. Osmanlı’da savaş organizasyonunu, üzerinde uzmanlaşılmış, herkesin görevi ve ne iş yapacağının iş bölümüyle belirlendiği bir alan olarak düşünmek gerekiyor. Öyleki İstanbul’a doğru akan insan selinin içinde, örneğin 1000’den fazla kişi sadece yemek pişirmekle, dağıtmakla, onları toplamakla, yıkamakla, taşımakla ve bunları her gün yapmakla yükümlüyken, birkaç bin kişi silahları taşımakla, bazıları hayvanları yürütmekle, bazıları çadırları, levazımatı taşımakla görevliydi. Bu konuda o kadar yetenekliydiler ki hem yürüyüş hem de savaş sırasında işler aksamadan her gün belli bir düzen içerisinde yürüyordu. Kazıcılar, insanların tuvalet ihtiyaçları için, karargah surların önündeki alanda kurulmadan önce yüzlerce metrelik çukurları kazmış ve hazırlamışlardı bile.

Osmanlı Ordu Birlikleri haftalar süren uzun yürüyüşten sonra Ayestefanos Köyüne vardılar.(Bugünkü Yeşilköy). O gün Bizans gözcüleri gördükleri manzaraya inanamadılar. Dağ taş insan doluydu. Atlarına atlayıp dörtnala saraya döndüler ve imparatora bir insan denizinin şehre doğru gelmekte olduğunu söylediler.

Şehir, Türklerin inanılmaz bir orduyla şehri kuşatmak ve almak üzere gelmekte olduğu haberiyle sarsıldı. 1 yıldan uzun bir süredir ağızdan ağza yayılan söylentinin söylentiden ibaret olmadığı, zaten şehirdeki askeri hazırlıklardan ötürü anlaşılmıştı. Ama şehirde, Konstantinopol’ün bakire Meryem’in koruması altında olduğuna ve hiçbir "dinsizin" bu şehri alamayacağına dair varolan inanç o kadar güçlüydü ki büyük bir korku yaşanmadı...

Ta ki 5 Nisan 1453 günü, Marmara Denizinden başlayıp Haliç’e kadar uzanan 7.5 kilometre uzunluğundaki kara surlarının önünün boydan boya bir insan seli ile dolup taştığını gördükleri ana kadar.

Osmanlı ordusunun sayısı hakkında rivayet muhtelif. Dukas 400 bin rakamını veriyorsa da bu rakamın abartılı olduğu düşünülüyor. Osmanlı kaynaklarının verdiği rakamlar 200 binle 300 bin arasında değişiyor. Yerli ve yabancı kaynakların verdikleri rakamlardan Osmanlı ordusunun büyük bir olasılıkla 200 bin cıvarında olduğu anlaşılıyor. Ancak bu rakamın tamamı profesyonel askerlerden oluşmuyordu. Yarısına yakınının profesyonel olmayan, Konstantinopol’ün zenginliklerini yağmalama hayaliyle gelmiş insanlardan oluştuğu konusunda yaygın bir kanı var. Bu arada işin belki de en traji-komik tarafı Türk tarafında, Bizans tarafında olduğundan daha fazla Hıristiyan asker vardı.(özellikle Sırplar)

Sultan Mehmet merkeze, San Romano kapısı(bugünkü Topkapı) ile Harissos Kapısı(Edirnekapı) arasındaki orta bölüme yerleşti. Onun sağına yani Marmara Denizine kadar olan bölüme Anadolu Beylerbeyi ishak Paşa’nın birlikleri konumlandı. Mehmet’in sol tarafını, yani Haliç’e kadar olan bölümü ise Rumeli beylerbeyi Karaca Bey aldı. Fatih’in arkasındaki asıl adam olan Zaganos’a da bugünkü Taksim Meydanı yakınlarına kadar uzanan Pera tepelerini tutma görevi verildi.

Surlardan bakıldığında, 200 bin cıvarında asker, sayılamayacak kadar çok sayıda top, yeniçeriler, Anadolu ve Rumeli sipahileri, lağım kazıcıları, içinde top ve asker taşıyan kuleler, mandalar, öküzler, diğer yiyecek hayvanları ile Osmanlı ordusu, sadece görüntüsüyle bile yüreklere korku salan ve moralleri dibe vurduran bir manzara sunuyordu.


Konstantin’in ordusunun mevcudunu hesaplamak fazla zor olmadı: 4773 Grek ve 200 yabancı. Bunların yanı sıra Galata’da yaşayan ve şehrin savunmasına gönüllü olarak katılmak isteyen 3.000 cıvarında Cenevizli ve Venedikli. Yani 22 kilometre uzunluğundaki surları savunmak için toplam 8.000’in altında adam. Greklerin de çoğu savaş sanatına vakıf değildi. İmparator Konstantin, kuvvetler arasındaki bu aşırı eşitsizliği ortaya koyan bu bilginin, halkın moralini bozmaması için, gizli tutulmasını emretti.










Bizans savunması Cenevizli komutan Justiniyani’nin komutasındaydı. Justiniani, birliklerini, ağırlığı San Romano Kapısıyla Harissos kapısı arasındaki merkez bölümde olmak üzere mümkün olduğunca kara surları boyunca yaydı. İmparator Konstantin de birlikleriyle surların Lycus Irmağına(bugünkü Bayrampaşa vadisi) bakan bölümünde konumlandı. Surların Haliç’e ve Balchernae sarayına yakın bölümünde de, kendi masraflarını kendileri karşılayarak gelen ve donanımlarını da kendileri sağlayan Ceneviz’li Bocchiardi Kardeşler konumlandılar. Şehrin savunmasında yer alan Şehzade Orhan ve beraberindeki 600 cıvarında Türk de surların Marmara denizine bakan kısmını tuttular. Surların Haliç’e bakan bölümünü savunma görevi ise imparatordan sonraki en önemli adam olan Lukas Notaras’a verildi.






Sultan Mehmet 5 Nisan günü Mahmut Paşa komutasında küçük bir süvari birliğini şehrin kapılarına gönderdi. Flamaları rüzgarda dalgalanan sözcüler görüşme isteğini bildirdiler. İstek kabul edildi ve elçiler içeri alındılar.

Elçi Konstantin’e Mehmet’in mesajını iletti. Sultan imparatora eğer savaşmadan şehri teslimi ederse hiç kimsenin canına ve malına dokunulmayacağını, kendisi ve halktan insanlardan isteyenlerin yine güven içinde mallarını da yanlarına alarak gidebileceklerini, ama eğer direnirler ve şehir savaşarak alınırsa bütün şehrin yağmalanacağını söylüyordu. Kuran'ın hükmü böyleydi.

Konstantin’se aralarında varolan anlaşma uyarınca belirlenmiş olan vergiyi vereceğini ve kuşatmanın kaldırılması halinde Bütün Bizans kalelerini teslim edeceğini, ancak şehri teslim etmeyeceğini bildirdi.

Elçiler kampa dönerek Konstantin’in cevabını Mehmet’e ilettiler. Sultan Mehmet bu ara çözümü kabul etmedi ve komutanlarına kuşatmayı başlatmalarını emretti.

Osmanlı ordusu yoğun davul, kös, nakkare ve borularla savaşın başladığını ilan ederken buna yanıt olarak Bizans’ta bütün kiliselerin çanları çalmaya başladı.

Burada İstanbul’u ve tarihi yarımadayı bilmeyenler için küçük bir bilgi notu düşmekte yarar var. Tarihi İstanbul yani Konstantinopol şehri bugün bizim bildiğimiz İstanbul’un tamamını kapsamaz. Konstantinopol, bir yanında Haliç(altın boynuz), diğer yanında Marmara Denizi ve güneydoğu ucunda da İstanbul Boğazının bulunduğu ve çevresi tamamen surlarla kaplı üçgen şeklinde bir yarımadaya benzer. Yani eskiden İstanbul derken kastedilen yer burasıdır. Daha da açarak ve basitleştirerek söylersek, bu tarihi yarımadanın dışındaki yerler, yani örneğin bugün bizim İstanbul’un çeşitli semt ve ilçeleri olarak bildiğimiz Taksim, Beşiktaş, Şişli, Sarıyer gibi semtler veya Anadolu yakasındaki Üsküdar, Kadıköy gibi semt ve ilçeler İstanbul değildi. Dolayısıyla kuşatıldığını ve fethedildiğini söylediğimiz yer sadece ve sadece sözünü ettiğimiz, çevresi surlarla çevrili tarihi yarımadadır.






Bu tarihi yarımadanın çevresi surlarla çevriliyken, savaşın ağırlıkla gerçekleştiği kara tarafı çift sıra surlarla çevriliydi. Bu bölümdeki iç surlar İsadan sonra 5.yüzyılın başlarında imparator 2. Theodosius tarafından yaptırıldı. Bu surlar Marmara Denizinden başlayıp Haliç yakınlarındaki Tekfur Sarayına kadar uzanır. Sonraki dönemlerde bu iç surlara ek olarak bir de dış sıra surlar inşa edilmiş ve bu dış surların önüne, herhangi bir kuşatma sırasında düşmanın işini daha da güçleştirmek için, genişliği 20 metre, derinliği 7.5 metre olan içi su dolu bir hendek yapılmıştır.

Bu arada şehrin içindeki atmosferden de biraz söz etmekte yarar var. Son haftalarda İstanbul’da ve yakınlarında gerçekleşen bir dizi küçük çaplı deprem ve sık sık bastıran korkunç yağmurlarla ortalığı sellerin götürmesi, zaten batıl inançlarla dolu Bizans halkının moralini iyice bozmuştu. Her coğrafi olaydan ilahi bir sonuç çıkarmaya ve dinsel hurafelere meyilli Bizans halkı arasında dolaşan bir sürü din adamı kılıklı tip de abuk sabuk söylentilerin yayılmasına katkıda bulunuyor ve halk arasında korkunun tavan yapmasına neden oluyordu. Şehrin koruyucusu Bakire Meryem’in kendilerine küstüğünü söyleyenler, Tanrı’nın, kendilerini cezalandırmak için Türkleri gönderdiğini, savaşmayıp sadece dua edilmesini savunanlar, papanın dev bir donanmayı yola çıkardığını, yakında gelip Türkleri tepeleyecekleri dedikodusunu yayanlar, her gün Marmara Denizine bakan surların olduğu bölüme ve şehrin ucundaki Akropolis’e(daha sonra üzerine Topkapı Sarayının inşa edildiği yer) gidip ufka bakarak, Papanın yola çıkardığı rivayet edilen ve her an çıkıp gelmesi beklenen donanmanın ufukta görünmesini bekleyenler…

Osmanlı ordusundaysa moraller hayli yüksekti. Konstantin’in teslim olmayı reddetmesi askerler ve çapul beklentisiyle askere katılmış onbinler arasında memnuniyet yaratmıştı. Artık Kuran’a göre 3 gün yağma hakları doğmuştu. Yüzyıllar boyu görkemi, zenginlikleri dillere destan Konstantinopolis’i, içindeki servetleriyle, köleleştirecekleri insanlarla, elde edecekleri Bizans’lı dilberlerle birlikte ele geçirecekler ve evlerine döneceklerdi. Mehmet’in emriyle askerin arasına yayılmış ulema ve din adamı, kentin düşeceğini anlatan hadis’i ders gibi işliyor, kazandıklarında elde edecekleri “helal ganimet”leri ballandırarak anlatıyor, ölürlerse, Allah yolunda şehit olacaklarını ve hemen cennete gideceklerini söylüyordu.

İmparator Konstantin, halkın ve askerlerin moralini yükseltmek ve gücünü hem sultana hem de halka olduğundan daha büyük göstermek amacıyla askerlerinin surların dışına çıkarak surlar boyunca bir geçit töreni yapmalarını istedi. Mümkün olduğunca iyi giyinmiş askerler, dik durarak, sert adımlarla, kendilerine güvenli bir edayla,Türklerin biraz şaşkın bakışları arasında, surların bir ucundan diğer ucuna havalı bir şekilde yürüyerek kendilerine ve halka moral verdiler.

6 Nisan günü şafak vakti Şahi adı verilen topun ateşlenmesiyle savaş fiilen başladı. Şahi topun ve diğer topların güllelerinin çıkardığı ses o kadar korkunçtu ki ta Kalkedon’dan(Kadıköy), hatta Adalardan bile duyulduğu söylenir. 11 Nisandan itibaren top ateşi yoğunlaştı ve yavaş yavaş iki taraf ta kayıplar vermeye başladı.

Rumlar top atışlarına Grejuva ateşiyle karşılık verdi. Kuşatma sırasında şehirde bulunan ve savaşı günce tutarak yazan Venedikli doktor Nicolo Barbaro'nun Konstantiniyye Muhasarası Günce’sinden, top atışlarının Bizans halkı arasında oldukça moral bozucu bir etki yarattığını anlıyoruz.

Ve 12 Nisan 1453 günü, Fatih’in önceki yıl, Baltaoğlu Süleyman Bey’e yapılmasını emrettiği gemilerden oluşan Osmanlı donanması Gelibolu’dan İstanbul önlerine geldi. Şehir artık karadan ve denizden kuşatılmıştı. Konstantinopol'de zaten bozuk olan moraller iyice bozuldu.


Şahi top surlara her çarpışta ciddi hasar veriyor, geride de çok sayıda ölü ve yaralı bırakıyordu. İstanbul içindense binlerce insan her gün topların yarattığı tahribatı gidermeye ve surların yıkılan bölümlerini onarmaya çalışıyordu.

Nihayet olması beklenen o korkunç günlerden ilki geldi ve surlarda artık önemli yıkıntılar oluştuğuna kanaat getiren Sultan Mehmet 18 Nisan akşamüstü genel saldırı emri verdi. Yoğun ok atışı ve yürüyen savaş kuleleriyle desteklenen birlikler savaş nidaları ve kulakları sağır eden davul, kös, nakkare ve boru çalgılarla saldırıya geçtiler. Türklerle Bizanslılar arasındaki ilk yakın döğüştü bu. Yaklaşık 4 saat süren bu ilk cehennemi göğüs göğse çarpışmada her iki taraf ta olağanüstü bir kahramanlık ve özveriyle savaştı. Bizanslı savaşçılar bu çarpışma sırasında Osmanlıların yürüyen savaş kulelerini yakmayı başardılar.

Bu ilk şiddetli çarpışmada Osmanlı ordusu binlerce kayıp verdi. Savaşı surların arkasında karşıladıkları için doğal olarak Bizanslıların kaybı daha azdı ama bu, sayılarının Türk ordusu karşısında aşırı derecede az olması nedeniyle bu çarpışmadan zararlı çıkanın yine de Bizanslılar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yine de bu ilk gerçek kapışmanın Osmanlı Ordusundaki sonucu moral bozukluğu, Bizans defansındaysa kısmi bir rahatlama ve kendine güven artışına neden oldu.

20 Nisan günü Konstantinopol kuşatmasının önemli olaylarından birinin gerçekleştiği gün olarak tarihe geçti. O gün Bizans’ın beslenme ve savunması için Papanın yolladığı içi yiyecek dolu 3 Ceneviz gemisi ile bir Bizans gemisi istanbul’a geldi. Fatih donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman Bey’e her ne pahasına olursa olsun düşman gemilerini durdurmasını, komutanlarının tutuklanarak kendisine getirilmesini veya öldürülmelerini emretti.

Yaklaşık 150 gemiden oluştuğu söylenen Osmanlı gemileri bu dört geminin üzerine yürüdü ve saldırıya geçti. Burada belki de dünyanın en tuhaf deniz savaşlarından biri gerçekleşti. Osmanlı donanması sayıca çok üstündü ancak Osmanlıların gemi teknolojisi o dönemlerde geri olduğundan Bizans ve Ceneviz gemileriyle karşılaştırıldıklarında bordaları çok alçak ve onların yanında adeta sandal gibi kalıyordu. Hıristiyan gemiciler deniz savaşlarında tecrübeliydiler. Buna karşılık Osmanlılar henüz bu işin yabancısıydılar.

Osmanlı ordusunun, padişah Mehmet'in ve İstanbul halkının surlardan bir maç izler gibi izlediği bu korkunç gürültülü deniz savaşı yaklaşık 3 saat sürdü. Osmanlı gemicileri düşman gemilerini aşağıdan tutuşturarak yakmaya, kargı ve baltalarla küpeştelerini kırmaya ve gemilerin üzerine sıçrayıp demir ve halatlarına asılarak içlerine girmeye çalışıyorlardı. Ancak başaramıyorlardı. Zırhlı Ceneviz gemicileri, tırmanmaya çalışanların ellerini baltalarla kesiyor, kafalarını topuzlarla kırıyor, içi su dolu varilleri yukarıdan aşağıya boşaltarak hem çıkarılan yangınları söndürüyor, hem de gemiye çıkmaya çalışanları boğarak öldürüyorlardı.

3 saat süren çarpışmadan sonra hıristiyan gemileri, teknik ve tecrübe üstünlüklerinin verdiği avantajla Türk gemilerine önemli kayıplar verdirip, çıkan lodostan da faydalanarak aralarından sıyrılmayı başardı ve çarpışmayı Akropolis’in sırtlarından izleyen İstanbul halkının sevinç çığlıkları arasında, Sarayburnu’yla Galata arasında gerilmiş olan zincirin gevşetilmesiyle limana girdi.

Hemen herkes İstanbul’un fethini simgeleyen, Fatih’in atını denize sürdüğü bir resim görmüştür. İşte o resim bu çarpışmayı atının üzerinde izleyen Fatih’in öfkeyle bağırıp çağırdığı ve kendini tutamayıp neredeyse atını denize doğru sürmek istediği o anı simgelemektedir.








Yenilgiyle sonuçlanan bu çarpışma Osmanlı ordusunda büyük bir moral bozukluğuna neden oldu. Büyük bir öfkeye kapılan Sultan Mehmet donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman’ın huzuruna getirilmesini istedi. Çarpışmaya bizzat katılan ve yaralanmış olan Baltaoğlu, kafası gözü kan içinde Fatih’in huzuruna çıkarıldı. Fatih onu yere yatırmalarını istedi ve topuzuyla Baltaoğlu’nu ağır bir şekilde dövdü. Kellesinin vurulmasını emrettiyse de oradakilerin yalvarmasıyla hayatını bağışladı. Ancak bütün malına mülküne el konuldu ve görevden alındı.

Bizans’lılar ise bu zafer üzerine uzun süre sonra ilk kez moral buldular, hatta savaşı kazanabilecekleri umuduna bile kapıldılar. Bu moral ve maddi kazanımı barışa çevirmek için Sultana elçi göndererek senede 70 bin altın vergi vermek ve İstanbul’un zaptiye memurlarının padişah tarafından atanmasını kabulle barış teklifinde bulundular.

Osmanlı divanı Bizans’ın barış teklifini görüşmek üzere toplandı. Eskiden beri Bizans’ın işgalini uygun bulmayan ve bu savaşa soğuk bakan Çandarlı Halil paşa, savaşın sürdürülmesinin tehlikeli olduğunu, ileride Bizans’a Avrupa’dan daha fazla yardım geleceğini, bu nedenle bu önerilerin kabul edilmesinin iyi olacağını savundu. Ancak Sultan Mehmet’i motive eden savaş fraksiyonu Zaganos, Akşemsettin ve Molla Gürani Çandarlı’ya şiddetle karşı çıkarak anlaşmaya razı olmadılar. Fatih de ağırlığını onlardan yana koydu. Divandan savaşa devam kararı çıktı.

Vee o ünlü olay günü geldi çattı. 22 Nisan sabahı uyanan Bizanslılar Haliç’te gördükleri manzarayla dehşete kapıldılar. Osmanlı gemileri Haliç’teydi. Bizanslılar bu gemilerin nereden geldiğini anlamadılar. Şehre büyük bir dehşet havası hakim oldu. Artık şehir dört tarafından kuşatılmıştı.

Haliç’in girişine çekilen zincir yerinde duruyordu. Çifte sütunlar(bugünkü Dolmabahçe Sarayı'nın olduğu yer) önünde bekleyen Osmanlı donanmasının sayısında bir azalma olmamıştı. O halde bir sabah ansızın Haliç’te ortaya çıkan bu gemiler nereden çıkmıştı? İşte ağırlıkla Türk tarihçilerinin gemilerin karadan yürütülerek Haliç’e indirildiğini iddia etmelerinin nedeni budur.

Burada durup savaşın gidişatını değiştirdiği söylenen bu olay hakkında biraz kelam etmekte yarar var. Bizimkiler "karadan gemiler yürütüldü" derken kastettikleri, gemilerin "Çiftesütunlar mevkiinden" Pera tepeleri aşılarak, yani basbayağı gemiler yokuş yukarı, karadan yürütülerek Kağıthane taraflarından aşağı Haliç'e indirildiği yönündedir. Bu teknik olarak imkansız olduğu gibi, böyle bir harekatın Bizans'lıların haberi olmaksızın gerçekleştirilmesine imkan yoktur. Kaldı ki savaşın başından sonuna kadar ikiyüzlü bir politika izleyen Pera'lılar(Ceneviz'liler), gündüzleri Türk karargahından İstanbul'un içine, geceleri de İstanbul'un içinden Türk karargahına haber taşıyorlardı. Böylece, sonunda kim kazanırsa, "bizim sayemizde kazandınız" diyeceklerdi. Böyle bir eylemi Bizans'lılara haber vermemelerine imkan yok.

Neredeyse kesine yakın ihtimalle olan şudur. Evliya Çelebi ve bazı başka kaynakların bir ihtimal diyerek belirttiği şey, Fatih’in, çok önceden, adamlarına, Kağıthane deresi içlerindeki ormanlık alanda gemileri üretmelerini ve Haliç’e indirmelerini emrettiğidir. Fatih sonradan Haliç'e indirilecek olan gemileri orada üretti. Yani kuşatma ve savaş devam ederken gemiler yapılıyordu. Gemi dediğim bordaları son derece alçak ve Bizanslıların ve batılıların gemileriyle karşılaştırıldığında çok küçük kalan ve savaş kazanma şansı hiç bulunmayan gemilerdi bunlar ve bu gemiler buradan denize indirildiler. Bu teknik olarak yapılmayacak bir şey değil.

Yani Bizans'lıların bir sabah kalktıklarında Türk gemilerini Haliç'te görüp şaşkınlığa uğradıkları doğrudur. Zaten Nicolo Barbaro'da Konstantiniyye Muhasarası günlüğü'nde bunu doğruluyor. Ama öyle bizim eski tarihçilerden bazılarının söylediği gibi 20 Nisan deniz savaşında alınan yenilgi üzerine Fatih’in, gemileri karada yürüterek Haliç’e indirdiği savının hiçbir inandırıcılığı yoktur.

Fatih'in gerçekleştirdiği bu operasyon tarihte daha önce denenmemiş ve yapılmamış bir şey değildi. Yine de bu Fatih'in zekasını, hırsını ve azmini göstermesi bakımından çok önemli bir hamleydi.

Osmanlı gemilerini Haliç'te gören Bizanslılar büyük bir paniğe kapıldılar. İmparator derhal yöneticilerini topladı ve Bizanslılar bu konuda ne yapılabileceğini tartışmaya koyuldular. Bazı komutanlar bir gece baskınıyla Türk donanmasının yakılmasını önerdi ve bu öneri kabul edildi. Bu iş için başta Trabzon’lu usta denizci Giacomo Coco olmak üzere en cesur kişiler gönüllü oldu. Baskın tarihi belirlendi. Ancak baskının yapılacağı tarih bir nedenle bir kaç gün ertelendi. Bu erteleme kararı yöneticiler arasında huzursuzluğa yol açtı. Çünkü Pera'da oturan Ceneviz'lilere güvenmeyen bazı soylular, son derece gizli tutmaya çalıştıkları operasyon hazırlığı bilgisinin bazı Cenevizliler tarafından Türklere sızdırılacağından korkuyorlardı.

Korkulan başa geldi ve baskın bilgisi ve tarihi Türk tarafına sızdırıldı. Türk tarafı baskından haberi yokmuş gibi davrandı. Baskın günü gelip çattı ve gecenin koyu karanlığında Bizans donanmasına bağlı, içi genç Bizanslı savaşçılarla dolu gemiler Haliç'in güney yakasından sessizce demir alarak Haliç'te beklemekte olan Türk gemilerine yavaşça ve görünmeden yaklaşmaya başladılar. Plana göre içi pamuk balyalarıyla dolu gemiler Türkler uykudayken ansızın Türk gemilerine bordalayacak, Bizanslılar pamuk balyalarını ateşe vererek ordan uzaklaşacak ve Osmanlı donanmasını ateşe vereceklerdi. Yolun yarısına kadar Türk gemilerinde herhangi bir hareket görülmedi. Ancak iyice yaklaştıkları sırada bir Türk gemisinden açılan ateş Bizanslı askerlerin bulunduğu bir tekne(gemi)yi tam ortadan ikiye böldü. Kısa süren bir savaş oldu ve Bizans tekneleri batırıldı.

Bizanslı askerler suya atlayarak canlarını kurtarmaya koyuldular. Ancak karanlığın ve kargaşanın içinde Türklerin bulunduğu tarafa doğru yüzdüler ve karaya çıkarak Türklere esir düştüler.

Fatih ertesi gün surların önünde sıra sıra kazıklar hazırlattı. İstanbul'lular yapılan hazırlıkları dehşetle izlediler. Sağ kalıp esir düşen bu Bizanslı askerler, İstanbul halkının gözleri önünde törenle kazığa geçirilirken bir çok kişi ağlıyor, durumu kaldıramayanlar kusuyordu.(Nicolo Barbaro ve Bizans kaynakları ölenlerin isimlerinin listesini bile yayınlamıştır.) Amaç imparatora ve Bizanslı yöneticilere göz dağı vermek, teslim olmazlarsa sonlarının ne olacağını göstermekti.

28 Nisan günü öğleden sonra tüm surlardan görülebilen kazığa geçirilmiş İtalyan cesetleri gerçekten de Fatih’in beklediği etkiyi yaptı. Şehirde bu cesur, idealist gönüllüler için inanılmaz gözyaşı döküldü. Burada kişisel bir fikrimi belirtmeden geçemeyeceğim. Osmanlı’nın ele geçirdiği esirleri bu kadar kolayca, hiç düşünmeden, vahşice öldürmesi, bu olaylar bundan 561 yıl önce cereyan ediyor olsa bile, yani insanlığın çok daha ilkel dönemlerinde geçiyor olsa bile, yani o dönem için bile biraz fazla vahşi kalıyordu. Ancak Türklerin bu kazığa geçirme yöntemini Balkan Hıristiyanlarından öğrendiğini öğreniyoruz.

Ancak üzüntü kısa sürede öfkeye dönüştü. Kuşatmanın başlangıcından beri şehirde 260 tane Türk tutsağı vardı. Bazı Venedikli ve Cenevizli komutanlar imparatora filan haber vermeden esir Türkleri almaya gittiler, surların üzerine çıkardılar ve Türk ordusunun gözü önünde hepsini astılar. Bazıları bunu imparatorun emriyle yapıldığını söylüyorsa da ben bu eylemin daha çok öfkeden gözü dönen ve arkadaşlarının intikamını almak isteyen Venedikli ve Cenevizli askerlerin, imparatorun emrini filan beklemeden yaptığını, imparatorun da, elinin mahkum olduğu bu adamlara ses çıkarmadığını sanıyorum.

Savaş uzadıkça Bizans donanmasını oluşturan farklı milliyetlere mensup birlikler arasında zaten var olan gerginlik artmaya başladı. İmparator Konstantin, Rumlarla İtalyanlar, geleneksel düşmanlar olan Venediklilerle Cenevizliler ve bütün Katoliklerden nefret eden Lukas Notaras’la Justiniani arasında zaman zaman yaşanan bu gerginlikleri yatıştırmaya, bir burçtan diğerine seğirterek herkesi motive etmeye çalışıyordu.

Mayıs ayı geldiğinde şehirde açlık, kıtlık ve karaborsa baş göstermeye başladı. Bizanslı nöbetçiler yiyecek aramak için giderek daha sık nöbet yerlerini terk etmeye başladılar.

Bu arada Osmanlı’nın, daha doğrusu Fatih’in bu savaşta uyguladığı bir taktiğe de değinmekte yarar var. Osmanlı ordusunda yaklaşık 30.000 cıvarında hıristiyan asker vardı. Ancak bunlar savaşa kendi istekleriyle gelmiş değillerdi. Bu insanlar İstanbul'dan önce Fatih'in babası 2. Murat tarafından fethedilmiş Avrupa topraklarından zor kullanılarak getirilmiş gençlerdi. Bir kısmı asker bile değildi. İstanbul kuşatmasında bu "askerler" uzun süre yıpratma savaşında kullanıldılar. Şöyle ki: Fatih kuşatmayı başlattığında öncelikle bu hıristiyan askerler öne sürüldüler. Karşı ateş, kızgın yağ ve oklar üzerlerine yağdığında gerisin geri kaçtılar. Ancak kendilerini gerilerde yeniçeri çavuşları bekliyordu. Bu ilk halkayı oluşturan yeniçeri çavuşlarının görevi, kaçanları kırbaç ve topuzlarıyla geri döndürmek ve savaşmaya zorlamaktı. Bu ilk halkadan kurtulmayı başarıp geriye kaçmaya devam edenleri ise daha kötü bir akibet bekliyordu. Daha gerideki 2. halka yeniçeri çavuşları, ilk halkayı yarıp kaçmayı başaranların kellelerini uçuruyordu.

Böylece geriye kaçsa kellesi uçurulacak, ileriye gitse kızgın yağların ve okların altında kalacak olan bu zavallılar, bir süre sonra deney hayvanlarının gösterdiği "öğrenilmiş korku refleksi"ni sergileyerek, yine de en iyisinin savaşmak olduğuna kanaat getirdiler. Ne de olsa bu seçenekte az da olsa yaşama ihtimali vardı. Fatih bu şekilde bunları haftalar boyu kullanıp yıpratma savaşı uygulayarak hem düşmanın savaşma kabiliyeti hakkında fikir sahibi oldu, hem de düşmanı yordu. Uzun bir süre yeniçerilere ve profesyonel askerlere fazla iş düşmedi.

Surların yeterince hırpalandığını düşünen Fatih 6 Mayıs gece yarısı 30.000 kişilik bir kuvvetle Lycus ırmağı(Bayrampaşa Deresi) üzerindeki surlara baskın bir saldırı gerçekleştirdi. Ancak Rumların etkili savunmasıyla önemli kayıplar vererek geri püskürtüldü. Yine 2 günlük yoğun bir top ateşi. Ardından 12 Mayıs’ta bu kez 50.000 kişilik bir kuvvetle Harissos Kapısı ile Eğri Kapı arasında iyice yıkılmış olan surlara üçüncü kez genel bir saldırı düzenledi. Ancak bu saldırı da Justiniani’nin etkili komutasıyla Bizanslı askerlerce ağır kayıplar verdirilerek püskürtüldü.

Bu arada Osmanlı ordusu zaman zaman çok iyi tahkim edilmiş ve yüksekliği surların yüksekliğini aşan içi asker dolu kulelerle saldırılar düzenledi.






Bütün bu uzun direniş günleri boyunca Bizans’ın beklediği Venedik yardımı gelmedi. Mayıs ayının ortalarında Bizanslılar Türk kıyafeti giydirdikleri bir düzine gemiciyi küçük bir gemiye bindirerek, Osmanlı donanmasına hissettirmeden gece karanlığında Haliç’ten çıkarıp, geleceklerini umdukları Venedik gemilerini aramak ve onları karşılamak üzere Marmara ve Ege Denizine yolladılar. Ancak Ege’ye kadar giden gemiciler Venedik donanmasından hiç bir ize rastlamadı ve bir sadakat örneği göstererek İstanbul’a geri döndüler.(Hazır İstanbul’dan çıkmışken rahatça kaçabilirlerdi de)

Toplar surları aralıksız dövmeye devam ediyor, moraller düşüyor ve genel bir saldırının yaklaşmakta olduğu hissediliyordu. Venedik’ten gelmesi beklenen donanmadan herhangi bir haber yoktu. Ne yapılacağı konusunu müzakere etmek için komutanlar, önemli kişiler ve din adamlarından oluşan bir konsey toplandı. Burada üst düzey komutanlar, imparatoru şehirden ayrılması, Peleponnes’e gitmesi, güç toplaması ve saldırıya geçmesi için ikna etmeye çalıştılar. İmparator Konstantin, söylenenleri dinledikten sonra uzun bir sessizliğe gömüldü. Daha sonra gözyaşlarını tutamayıp ağlamaya başladı. Nestor İskender’in aktardığına göre özetle şunları söyledi: “Bu öğütleriniz için size şükran duyuyor ve teşekkür ediyorum. Ancak bunu nasıl yapar, şehrimizi, kilisemizi ve halkımızı nasıl bırakıp gidebilirim? Dünya benim için ne der? Yalvarırım söyleyin bana. Hayır dostlarım hayır. Burada kalıp sizinle birlikte öleceğim”. Bu konuşma diğer konsey üyelerini de göz yaşına boğdu.

Surların önündeki hendek bir uçtan bir uca, kaldırılmadığı için feci şekilde kokan onbinlerce insan cesediyle doluydu. Günler bombardıman, saldırı, onarım gibi bir rutine dönüşmeye başladı. Hem askerler, hem de siviller dövüşmekten, duvar onarmaktan, ceset gömmekten bitkin düşmüş, usanmıştı. İşledikleri günahlar nedeniyle Tanrının kendilerini cezalandırdığını düşünen Konstantinopolis’liler giderek daha çok kiliselere ve ikonalara yöneldi

Kendi manastırına çekilmiş, etrafa lanet okuyan, kiliselerin birleştirilmesi anlaşmasını imzaladığı için “ruhunu şeytana satmış imparatorun” yanında savaşılamayacağını açık açık vazeden papaz Gennadius’un “Siz silahlarınıza mı yoksa Tanrı’nın gücüne mi güveniyorsunuz budalalar! Bırakın Türkler şehre girsin. En fazla Forum Konstantin’e kadar gelebilirler.(Bugünkü Çemberlitaş) Orada gökten bir melek zuhur edecek ve Türkleri geldikleri Asya içlerine kadar kovalayacak. Gidin Tanrı’ya dua edin” şeklindeki vaazlarına inanan, daha doğrusu inanmak isteyen insanların en sık yaptığı şey dua etmekti.


Sona doğru


Mayıs’ın son haftalarına girerken şehirde din kaynaklı korkular alabildiğine arttı. Şehir halkı içinde deccalin, Mehmet’in sıfatında gelip kapıya dayandığına inanan çok sayıda insan türedi. Ortalık alamet yorumcusundan geçilmez oldu. Bir çocuk kent surlarını koruyan meleğin görev yerini terk ettiğine tanık olmuştu. Kabuklarından kan sızan midyeler bir araya toplanmıştı. Büyük bir yılan toprağı kasıp kavurarak yaklaşırken görülmüştü. Bir kadın kilisede önünde dua ettiği Meryem Ana ikonunun gözlerinden kanlı gözyaşları döküldüğünü yeminle anlatıyordu.

25 mayıs sabahı büyük bir kalabalık Bakire’den koruma talep etmek üzere Prookhotoi ‘deki(bugünkü Cankurtaran semti) Hagia Maria kilisesinde toplandı. Ahşap bir palet üzerine yerleştirilmiş Hodegetria’yı(sol kolunda çocuk İsa’yı taşıyan Meryem ikonası) omuzlara alarak dar yokuşlar boyunca yürüyüşe geçtiler. Halk yalınayak yürüyerek kutsal ilahiyi söylüyordu. İkona birdenbire hiçbir sebep olmaksızın taşıyanların elinden yüzüstü yere düştü. Dehşete kapılan insanlar, bağırış çağırışlar arasında İkonayı yerden kaldırmaya çalışıyor, ama ikona yere yapışmış gibi kalkmıyordu. Sonunda güç bela kaldırdılar ve geçit alayı yeniden yürüyüş düzenine geçti. Ancak birden bire gök adeta patladı ve bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Bunu müthiş bir dolu takip etti. Kalabalık yürüyemez hale gelmişti. Sonunda yürüyüşten vazgeçildi ve halk evlerine geri dönerken duruma kesin tanısını koymuştu. Bakire Meryem dualarını geri çevirmişti. O artık onları terk etmişti. Kıyamet yakındı ve Türkler Tanrı tarafından Hıristiyanların günahlarını cezalandırmak için gönderilmiş musibetlerdi.

Osmanlı tarafında da moraller pek iyi değildi. 7 haftadır hem karadan hem denizden şehre sayısız saldırı yapılmış, surlar her gün aralıksız top ateşine tutulmuştu. Onbinlerce kayıp vermişler, hendekler ağzına kadar Osmanlı askeri cesediyle dolup taşmıştı. Ama işte hala surlar ayaktaydı. İmparatorun çift başlı kartalı surlarda dalgalanmaya devam ediyordu.

7 haftalık bir savaştan sonra iki tarafın da üzerine müthiş bir bezginlik çökmüştü.

Türk karargahında da bir takım dedikodular, söylentiler dolaşıyordu. 23 mayıs günü, Venedik’ten yardım gelmeyeceği haberini getirmek için şehre gelen Venedik brigantini, Türkler tarafından, gelmek üzere olan bir yardım donanmasının öncüsü zannedilmişti. Ertesi gün çadırlar arasında, güçlü bir yardım filosunun Helles Pontos’tan(Çanakkale Boğazı) yola çıktığı, heybetli John Hunyadi kumandasındaki bir Macar haçlı ordusunun Tuna’yı geçtiği ve Edirne’ye doğru yürüdüğü söylentisi yayıldı.(Bu tür söylentilerin asker arasında savaş isteğinin kaybolmaya yüz tuttuğu bir dönemde ortaya çıkması genellikle rastlantı değildir. 3 ihtimalden söz edilebilir. 1. Asker geri dönmek istediği için gerekçe yaratmaya çalışmaktadır. 2. İmparator Konstantin psikolojik savaş yürütmekte ve bu tür uydurma haberleri Osmanlı karargahına sızdırarak düşmanın moralini bozmaya çalışmaktadır. 3. Çandarlı Halil Partisi devrededir ve askeri, Mehmet' e karşı isyana hazırlamak için fısıltı gazetesini devreye sokmuştur.)

Ancak bu kasvetli ve bıkkın hava Sultan Mehmet’i aynı zamanda, öyle ya da böyle bu işi bir an önce bitirmek için acele etmeye de zorluyordu. O nedenle şehri daha fazla kayıp vermeden barış yoluyla almak için 2. bir deneme daha yapmaya karar verdi. İsfendiyaroğlu Kasım’ı, Konstantin’le tanışık olmalarından ötürü yeniden elçi olarak yolladı. Mehmet’in bu hamleyle ikili bir amaç güttüğü sanılıyor. 1.si içeriye sokacağı elçiler aracılığıyla düşmanın moral durumunu ve yıkımın düzeyini içeriden öğrenmek. 2.si ve daha önemlisi, Konstantin’i şehri teslim etmeye ikna ederek, aldıktan sonra başkenti yapacağı bu dünyalar güzeli şehri yağma ve yıkımdan kurtarmak. Oysa düşmanın teslim olmaması halinde, şeriatın hükmü gereği askerlerinin şehri yağmalamalarını engelleyemeyecekti. Hele askerlerin motivasyonunun düşmeye başladığı şu sıralarda, onları yeniden hevesle savaştırabilmesi için yağma sözünün altını özellikle çizmekten başka çaresi yoktu.

Türk elçileri görüşmek istediklerini belirten flamalarıyla surlara yaklaştılar. İmparator Konstantin elçileri kabul etmeden önce komutanlarıyla ayaküstü acele bir toplantı yaptı ve onlara, askerlerine, yorgunluklarını ve uykusuzluklarını hiç belli etmemeleri, elçi heyetinin sur içine girdiği andan başlayarak surlardan dışarı çıkana kadar sürekli neşeli, mutlu, kendilerinden emin ve kaygısız görünmeleri direktifini vermelerini istedi. Emir elçinin içeri giriş yapacağı kapının yakınında konumlanmış olan bütün askerlere ve görüşmede yanında bulunacaklara iletildi.

İsfendiyaroğlu Kasım içeri kabul edildi ve Mehmet’in bir önceki teklifinden çok da farklı olmayan, ama buna ek olarak imparatora Mora despotluğunun verileceğini bildiren teklifini iletti. Konstantin yine “ne kadar ağır olursa olsun istenen vergiyi vereceğim. Ama şehri teslim edemem” cevabını verdi.

İşte tam bu sırada Sultan Mehmet açısından ya hemen harekete geçilmesi ya da bu işten vazgeçilmesini gerektiren bir gelişme oldu. Osmanlı karargahına gelen Macar Elçisi, Hunyadi Yanoş’un naiplikten çekildiğini, yeni kral Vladislas’ın Türklerle imzalanan 3 yıllık barış anlaşmasını tanımadığını bildirdi. Yeni kral ayrıca padişahın İstanbul kuşatmasını hemen kaldırmasını istiyor, büyük bir müttefik donanmasının da Bizans’a yardım için yola çıkmış olduğunu haber veriyordu.

Bizans’a yardıma gelen Macarlar...yola çıkan Avrupa donanması... Mehmet’in canı uzun süredir hiç bu kadar sıkılmamıştı. Askerler uzun süredir devam eden kuşatmadan usanmış görünürken gelen bu haber her şeyin üzerine tüy dikmişti. Divanı toplamaktan başka çaresi yoktu.

Osmanlı savaş divanı son kez 27 Mayıs 1453 günü akşamüzeri, San Romano Kapısının yaklaşık 1 kilometre ilerisindeki küçük bir tepeciğin üzerinde kurulu bulunan Fatih’in büyük, kırmızı renkli çadırında toplandı. Osmanlı’nın kendi tarihi boyunca yaptığı en önemli toplantılardan biri kanımca buydu. Osmanlı Devletinin, Bizans’ın, Konstantinopol’ün ve hatta kısmen Avrupa’nın geleceğinin nasıl şekilleneceğini belirleyecek olan hayati kararın alınacağı toplantı, “tamam mı devam mı?”nın ötesinde iki sınıf arasındaki mücadelenin sonucunu da tayin eden toplantı oldu.

Burada taraflar son kozlarını paylaştılar. Osmanlı yerli feodal aristokrasisinin ve neredeyse Osmanlı Devletinin kuruluşundan beri devlete hizmet veren Çandarlı ailesinin temsilcisi, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Fatih’in ve Zaganos Partisi üyelerinin nefret dolu bakışları altında yaptığı uzun konuşmada bütün gücüyle fethe ve kuşatmaya karşı çıktı ve onbinlerce ölü verildiğini, ancak surların aşılamadığını, imparatorun ağır bir vergiye bağlanarak kuşatmanın kaldırılmasını, aksi takdirde bütün Haçlı ordusu ve Avrupa donanmasının üstlerine geleceğini söyledi. Bunca insan kaybı, bunca yıkımdan sonra yeni bir Haçlı saldırısını göze almanın maceracılık olacağını ve bunun da devletin sonunu getireceğini söyledi. Divandaki Çandarlı Halil Partisine bağlı paşalar bu görüşü desteklediler.

Çandarlı gergindi. Çünkü artık sadece çıkarlarını savunduğu sınıf adına değil, olayların geldiği bu noktadan sonra kendi hayatı için de konuştuğunun farkındaydı. Eğer Mehmet başarılı olur da şehri alırsa kellesinin gideceğini muhtemelen anlamıştı. Mehmet onu öldürmeyi kafasına koymamış olsa bile, onun beraber hareket ettiği hizip başları ona bunu yaptırtacaklardı nasıl olsa. Konstantinopol’ün fethi, şimdiye kadar yaptıkları fetihlerin hiç birine benzemeyecek, yeniçerileri 3 gün süreyle ganimete ve zenginliklere boğmuş ve kendisini Diyar-ı Rum’un da imparatoru ilan etmiş bir “Kayzer(Sezar) Mehmet”in kendisini öldürtmesi, artık kendisini seven yeniçerlerin de umurunda olmayacaktı.

Bu konuşmaya karşılık, Fatih’in de sırtını dayadığı hıristiyan kökenli yönetici fraksiyonun lideri ve savaşçı hizbin başı Zaganos(Grek kökenliydi) yaptığı konuşmada bütün gücüyle fetihten ve kuşatmanın devamından yana tavır koydu. Avrupa politik dünyası konusunda uzman denilecek düzeyde bilgi sahibi olduğu anlaşılan Zaganos, Hıristiyan hükümdarların, aralarındaki çatışmaları aşarak Osmanlı’ya karşı birleşmelerinin kısa dönemde olanaksız olduğunu, 50 gündür yapılan top atışlarıyla surların harabeye çevrildiğini, düşmanın savunma gücünün en alt düzeye indirildiğini ve Konstantinopol’ün ya şimdi alınacağını ya da bir daha hiçbir zaman alınamayacağını söyleyerek Çandarlı’yı korkaklıkla suçladı ve onun hain olduğunu ima eden sözler sarfetti.(bazı kaynaklar Çandarlı’nın bu sözler üzerine, bir padişahın önünde yapılması hayal dahi edilemeyecek bir şey yaptığını ve “sen kime korkak dersin bre!” diyerek Zaganos’un üzerine yürümeye kalktığını söylerse de bunun kesinlik kazanmamış bir spekülasyon olduğunu belirtelim)

Zaganos’un yaklaşımı Akşemsettin ve Molla Gürani tarafından da dini gerekçelerle desteklendi.

Tıpkı Çandarlı gibi Mehmet de, yaşanan bunca olaydan ve gelinen bu noktadan sonra konunun artık sadece, beraber hareket ettiği hizbin çıkarlarıyla değil, kendi padişahlık konumu, hatta hayatıyla ilgili olduğunun farkındaydı. “Kuşatmayı kaldırıyoruz. Geri dönüyoruz” diyecek bir Mehmet’in artık zerre kadar prestiji kalmayacak, zaten kendisinden çok Çandarlı’nın sözüne kulak vermeye eğilimli yeniçerilerin, üstelik bir de çekilen bunca çileye rağmen herhangi bir ganimet elde edememiş yeniçerilerin karşısında son derece zayıf bir duruma düşecekti. Böyle bir durumda daha Edirne’ye bile dönmeden, Çandarlı’nın, bir işaretiyle yeniçerileri kendisine karşı ayaklandırması, tahttan indirmesi, hatta öldürtmesi bile mümkün olacaktı.

Özetle söylersek her iki taraf ta birbirine "rest" dedi. Kesinleşen bir şey daha vardı. Fatih de Çandarlı da, kuşatmanın nasıl sonuçlanacağına bağlı olarak,  ikisinden birinin kellesinin gideceğini anlamışlardı. Savaş kazanılırsa bu Çandarlı hizbinin, kaybedilirse Zaganos hizbinin sonu olacaktı. Aslında divanda haklı taraf yoktu. Feodallerle asalaklar sınıfının mücadelesiydi yaşanan.


Tam bu noktada İstanbul’un alınmasının bugün yaşayan bizlere pahalıya mal olduğunu, artık fetih, sefer gibi şeylerle değil de üretimle ilgilenilmesini savunan feodaller sınıfının kesin ve kalıcı bir yenilgisiyle ve devletten tasfiyesiyle sonuçlanmasının ve asalaklar sınıfının da yüzyıllar boyu sürecek egemenliğini başlatmasının bizim bugünkü geri kalmışlığımızda önemli bir payı olduğunu söylemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Eğer mücadeleyi Çandarlı Partisi kazansaydı İstanbul bugün bizim olmayacaktı belki ama bu kayıp, üretime ve bunun doğal sonucu olarak teknolojik gelişmelere odaklanmak zorunda kalacak bir feodaller aristokrasisi, daha sonra kendi bağrından kapitalist toplumun çok daha erken çağlarda filizlenmesine olanak verebilecekti.

Fatih ağırlığını, her zamanki gibi, hıristiyan kökenli bürokratlardan yana koydu ve divandan bir an önce bu işin bitirilmesi ve genel taarruza geçilmesi kararı çıktı. Şehir alınana kadar Macar elçileri alıkonulacak, yolda olduğu iddia edilen yardım donanması gelmeden şehir ele geçirilecekti. Fatih askeri şevke getirmek için de şehrin kendisi ve resmi binalar hariç her şeyi askerlerin hakkı ilan etti ve 3 gün boyunca askere yağma serbestisi tanıdı.

Fatih’in genel ve nihai saldırı için temel taktiği, Bizanslıları sürekli savaş durumunda tutmak, yormak, bitap düşürmek ve sonunda savaşamaz hale getirmekti. Uzun süredir devam eden kuşatma sırasında Bizans’lıların sayısının çok az olduğunu anlamışlardı. Aynı Bizanslı askerler dili bir karış dışarıda, yarı aç ve yorgun bir şekilde bir burçtan diğerine koşturuyor, azıcık zaman bulurlarsa surların üzerinde uyumaya çalışıyorlardı.

Ancak düşmanı sürekli savaş durumunda tutmak ve sonunda artık savaşamaz hale getirmek demek onbinlerce kişinin sürekli kale duvarlarına tırmanmaya zorlanması demek olacak, yine bu da onbinlerce kişinin kırılmasına razı olunması demek olacaktı. Bunun ne Fatih ne de fetihçi fraksiyon için zerre kadar önemi yoktu. Nasıl olsa sayısal olarak asker sorunları yoktu.

Mehmet genel taarruz öncesi tüm komutanlara bir konuşma yaparak her türlü mal ve ganimetlerin onlara, sadece arazi ve resmi binaların kendisine ait olacağını belirtti. Ancak daha sonra çok önemli olan şu uyarıda bulunmayı ihmal etmedi: “Kaleye ilk çıkacak olan kahramanlara tımar ihsan edilecek, kaçmaya kalkanlarınsa derhal boyunları vurulacaktır.”

28 mayıs günü pek savaş olmadı. Osmanlı askerleri günü genel taarruza hazırlanmak için binlerce merdiven ve hasır yapmakla ve diğer hazırlıklarla geçirdi. Tellallar davullarıyla karargahın içinde dolaşarak sultanın emirlerini duyuruyordu. Gece her çadırın önünde iki ateş yakılacak ve bu ateşler öylesine büyük olacaktı ki verdikleri ışıkla ortalık gündüz gibi aydınlanacaktı.

Gece oldu. Ateş çemberi kamptan başlayıp tüm ufku kaplayacak şekilde Galata’nın gerisindeki tepelere ve boğazın öte yanındaki Asya kıyılarına yayıldı. Burçlardaki Bizanslı askerler bu manzarayı korku ve şaşkınlıkla izliyordu. Ortalık o kadar aydınlıktı ki çadırlar tek tek sayılabilirdi. Bu muazzam ışık seline bir süre sonra davullar, ziller, nakkareler ve borularla yapılan coşturucu ve cehennemi bir ritm eşlik etti. Daha sonra da bütün bir karargahtan yükselen “la ilahe illallah” sesleri. Bu sesler yükseldi, yükseldi ve sonunda öyle bir hale geldi ki duyanlar adeta göğün yarıldığını sandı. Osmanlı kampında nihai hücuma kendini adamanın yarattığı olağanüstü heyecan yaşanıyordu.

Ne olup bittiğini anlamak için surlara koşturan insanlar önce Osmanlı karargahında yangın çıktığını sanıp sevindi. Ancak uçsuz bucaksız tarlalarda, vadilerde görülen bu ışık ormanının, Türklerin zaferlerini şimdiden kutlamaya başladıkları anlamına geldiğini anlamaları uzun sürmedi. Bu dinsel ateşlilik gösterisini hayret ve korkuyla surlardan izleyen insanlar kıyamet gününün geldiğini anladılar. Hayret ve korku yerini paniğe bıraktı. Bakire’ye hararetli yakarışlar gönderildi.

Sultanın ordusundaki Hıristiyan askerler, ucuna, başlamak üzere olan genel saldırının haberini veren mektuplar iliştirilmiş oklarını karanlıkta burçların üstünden şehrin içine attılar.

Sonra gece yarısına doğru birden bütün ışıklar söndü ve sesler kesildi. Türk karargahının üzerine derin bir sessizlik ve koyu bir karanlık çöktü.

Armageddon


Nihai taarruzun gelmek üzere olduğunu anlayan Bizans’ta, şehri terk etmesi için yapılan ricaları geri çeviren Kral Konstantin de askerlerine son konuşmasını yaptı:

“Sizden cesur ve mert olmanızı rica ediyorum ve sizi şimdiye kadar yapmış olduğunuz gibi cesur yüreklerinizin bütün fedakarlığıyla bu kötü ruhlulara karşı direnmeye teşvik ediyorum. Sevgili vatanımız olan bu şehrin, bütün şehirlerin kraliçesi olan bu şehrin kurtuluşu için hayatınızı vermeye mecbur olduğunuzu unutmayınız”





Ardından dini ayine katıldı. Bütün Bizans bu dini ayine katıldı. Ayin alayı dinsel şarkılar söyleyerek sokakları ve sur boyunu dolaştı. Ellerindeki aziz resimlerini surlardaki gediklere yerleştirdiler ve oraların savunmasını onlara havale ettiler.
“Artık ölüm anını bekleyen şehir kendi cenaze törenini yapar gibiydi.”(Stefan Zweig. Yıldızın parladığı anlar)

İmparator dahil bütün Bizans askerleri savunma için yerlerini aldılar. Eğer bu genel taarruzu, bütün bir sur boyuna yayılacağına ve şimdiye kadarki saldırıların hiç birine benzemeyeceğine kesin gözüyle bakılan taarruzu püskürtebilirlerse belki de savaşı kazanan taraf olacaklardı.

Tam bu noktada Bizanslı askerler tarihe not düşülmesi gereken bir hareket yaptılar. İç surların kapılarını kilitleyerek anahtarlarını imparatora verdiler. Bu şu demekti: Türkler dış surlardan içeri girmeyi başarsalar da içlerinden tek bir tanesi bile iç surların kapılarından içeri girerek kaçmayacak ve ölümüne savaşacaktı. 2 aya yakın bir süredir süren savaşta verdikleri kayıplarla zaten çok az olan sayıları 2000-3000’e kadar düşmüş olan Bizanslılar kendilerini iç surlarla dış surlar arasına hapsederek ölümü seçtiler.

Çelik bir yay gibi gerilmiş bir şekilde koyu bir karanlığa ve sessizliğe gömülmüş Osmanlı karargahına bakan Bizans’lı askerlerin gergin bekleyişi gece yarısını biraz geçe son buldu. Fatih’in hücum emrini vermesiyle birlikte beklenen kıyamet koptu. Birden bire her taraftan başlayan top patlamaları, davul, nakkare, kös ve zil sesleri eşliğinde onbinlerce insan muazzam bir kasırga halinde “Allah Allah” bağırışlarıyla saldırıya geçti.


Fatih acımasız bir taktik uyguluyordu. Ordunun en önüne profesyonel olmayan askerleri, din veya çapul hayaliyle oraya gelmiş Türkmenleri, çapulcuları ve hıristiyan köylerinden zorla getirilenleri yerleştirdi ve onları öne sürdü.(Bu arada Türkmenlerin de Osmanlılar tarafından pek değerli varlıklar olarak görülmediğini belirtelim) Bunların fonksiyonu esas olarak düşmanı yenmek değil, yormaktı. Çoğu Bizans ateşi altında can veriyor ve cansız vücutları dış surların önündeki hendeği dolduruyordu. Arkadan gelenlerin ittirmesiyle bu zavallı öncü askerler çukurlara yuvarlanıyor, böylece saldırının ana merkezi olan San Romano kapısı önündeki hendeği, arkadan gelecek olan profesyonel askerlerin rahatça geçebilmeleri için cansız bedenleriyle dolduruyorlardı.






Bizans’lı savunmacılar 2 saat süren çarpışma sonunda saldırıyı püskürtüler. Fatih bu birlikleri geri çekti. “Birinci gurup geri çekilince Bizanslı askerler biraz dinleneceklerini sandılar ama aldandıklarını gördüler.”(Feridun Dirimtekin, İstanbul’un fethi)

Bunların hemen arkasından, daha iyi silahlanmış, askeri eğitimden geçmiş Anadolu ve Rumeli piyadeleri hücuma geçti. Ama bu sefer hendek hemen hemen dolmuştu. Ölü, hatta yaralı arkadaşlarının üzerine basarak merdivenleri surlara dayamaya başladılar. Dinlenmeye fırsat bulamayan Bizanslılar bütün güçleriyle merdivenleri itiyor, yukarıdan kızgın yağ boşaltıyor, ok, kılıç, kargıyla saldırıyı püskürtmeye çalışıyorlardı.

Şehirdeki bütün kiliselerin çanları durmaksızın çalıyor, kadın, çocuk, taş atabilecek herkes surlara yardıma gitmeye çağrılıyordu.

Selahattin Tansel’e göre bu ikinci dalga saldırı sırasında öyle bir çarpışma yaşandı ki artık iki tarafın da askerleri ölümü küçümsüyor, hatta Bizans’lı askerler sur duvarlarının dışında dövüşüyorlardı.(Selahattin Tansel. F.S.M’nin Siyasi ve askeri faaliyetleri)

Osmanlı askerleri sürekli arkadan gelenlerle tazelendi. Bütün bunlara rağmen, günlerdir uykusuz, saatlerdir aralıksız çarpışan ve 1 aydır doğru dürüst beslenememekten ötürü güçten düşmüş olan Bizans’lı askerler öylesine büyük bir özveri ve cesaretle savaştılar ki sonuç alınamadı.


Bu ikinci dalga saldırı birliklerinin de ayağı sürçmeye başlayınca, gözü İstanbul’u almaktan başka hiç bir şey görmeyen ve bunun için her şeyi ama her şeyi yapmaya kararlı olduğu anlaşılan Sultan Mehmet “savaşın ahlaki kuralları” gibi kavramlarla pek ilgili olmadığını gösteren bir şey yaptı ve üzerinde kendi askerlerinden de binlercesinin bulunduğu surlara top ateşi başlattı. Şaşkınlıkla geriye bakan Türk askerlerinin "durun bizi vuruyorsunuz!" şekilindeki bağırışlarını pek duyan olmadı. Çoğunluğu Türk olmak üzere surların üzerinde bulunanların çoğu can verdi. 

Bu 2. Dalga taarruz sırasında bir ara 300 cıvarında Osmanlı askeri surlardan içeri girmeyi başardı. Ancak yine Feridun Dirimtekin’e göre “Bizanslılar cepheden ve yanlardan hücum ederek bir kısmını şehit ettiler, diğerlerini de siperden dışarı attılar. Müdafaa bu ikinci hücum karşısında da üstünlüğünü muhafaza etmişti”(Feridun Dirimtekin. İstanbul’un fethi) Fatih bu 2. Dalga hücumun da etkisini yitirdiğini görerek birliklerini geri çekti.









Artık sıra Osmanlı’nın as oyuncularına, Hıristiyan ailelerden toplanarak çocuk yaştan itibaren asker olarak yetiştirilen, Osmanlı'nın profesyonel ordusu yeniçerilere gelmişti. Son derece eğitimli ve iyi silahlanmış 12.000 yeniçeri, kanatlardan ve arkadan yapılan okçu desteğiyle birlikte saldırıya geçti.

Bütün bir kuşatma sürecinin en kritik anı muhtemelen buydu. Artık çarpışma tamamen göğüs göğüse sürüyordu. Her iki taraf ta o kadar büyük bir cesaretle birbirlerinin üzerine atıldılar ki bağırışmalar, küfürlerle manzara cehennemi bir hal aldı.

Tam bu sırada, çarpışma devam ederken, Bizans savunması açısından çok talihsiz bir gelişme oldu. Bizans’lı askerlerin komutanı Justiniani ciddi şekilde yaralandı. Bu olay Bizans askerlerinin üzerinde çok kötü bir etki yaptı. Justiniani’nin varlığı onlara o kadar büyük bir güç veriyordu ki, onun her çarpışmada karşısına çıkan bütün Osmanlı askerlerini tepelemesi, onların, Türklerin de yenilebileceğini, öldürülebileceğini anlamalarını ve daha büyük bir moral ve özgüvenle savaşmalarını sağlıyordu.

İmparator Konstantin, Justiniani’den yarasının ciddi olmadığını, askerlerin morali açısından orada kalmasını, savaş alanını terk etmemesini rica ettiyse de Justiniani, yarasını tedavi ettirip geri döneceğine söz vererek imparatordan iç surların anahtarlarını vermesini istedi. Anahtarları alan justiniani ve askerleri surların savunmasını bırakarak şehre ve oradan da kendilerini bugünkü Sarayburnu önünde bekleyen gemilerden birine binerek kaçtılar.

Yalnız, Justiniani adamlarıyla birlikte şehrin içinden geçerken “Türkler şehre girdi” diye bağırdı. Bütün bir kuşatma boyunca şehirde bulunan ve savaşın günlüğünü tutan Venedik’li doktor Nicolo Barbaro Justiniani’nin yalan söylediğini, Türklerin henüz şehre girmemiş olduğunu yazar. Justiniani’nin şehrin içinde geçerken bu şekilde bağırmasının nedeni muhtemelen kendi kaçışına makul bir neden bulmak için olsa gerektir.

Justiniani'nin yaralanıp poziyonunu terk etmesi Bizans savunmasında moralleri tam anlamıyla çökertti. Buna rağmen umutsuzca savaşmaya devam ettiler. Bu sırada Türklerin başka bir noktadan şehre girdiğine dair bağırışmalar duyuldu. Konstantin bulunduğu yeri değiştirerek askerleriyle birlikte Türklerin içeri girdiği söylenen yere, öleceği yere gitti.








Osmanlı bayrakları surların değişik yerlerinde dalgalanmaya, artık yapacak bir şey kalmadığını anlayan Rumlardan bazıları da kaçmaya başladı. İmparator Konstantin hala askerlerine cesaret vermeye, savaşmaya devam etmeleri için teşvik etmeye çalışıyorsa da artık bunun pek bir yararı olmadı.

Arkadaşlarının oluk oluk içeri girmeye başladığını gören Türkler bu işin bittiğini anlayınca binler, onbinler halinde gediklerden içeri girmeye ve iç surlarla dış surlar arasında kalan Rumları kasap gibi biçmeye başladı. İmparator Konstantin “beni öldürecek bir hıristiyan yok mu?” diye bağırdı. Artık çevresinde, kaçması için kendisine yalvaran Rumlardan kimse kalmamıştı. Gözlerinden yaşlar akarak elinde kılıcıyla içeri doğru oluk oluk akan Türklere karşı umutsuz bir saldırıya girişti. Bir daha da görülmedi.

Gün ağarmıştı. Osmanlı askerleri surların değişik noktalarından içeri akıyordu.

1123 yıllık Bizans 1453 yılının mayıs ayının 29’uncu günü şafak sökerken tarihe karışıyordu.


2. BÖLÜM

Şehre nereden girildi?

Aslında nihai taarruzun yapıldığı 29 Mayıs gecesi Osmanlı ordu birliklerinin 2. Dalga hücumu sırasında öyle bir an geldi ki Bizanslı savunmacılar savaşı kazanacakları duygusuna kapıldılar. İlk hücum dalgası püskürtüldükten sonra Bizanslıların soluklanmasına fırsat vermeden daha profesyonel güçlerini, Anadolu ve Rumeli piyadelerini hücuma kaldıran Fatih belki de yeniçerilere gerek kalmadan bu aşamada işin bitebileceğini umuyordu.

Şafaktan 1 saat önceydi. Toplar patlar, kılıçlar kelle uçurur, oklar böğürlere saplanır, insanlar can çekişir ve onbinler hem düşmanın moralini bozmak, hem de kendilerine cesaret vermek için korkunç naralar atarak saldırır ve aslında herkesin uyuması gereken bir saatte yetmişbin kişilik şehirde bebekler hariç kimse uyumaz, savaş cehennemi bir gürültü içinde devam ederken büyük toplardan biri surlarda ciddi bir gedik açtı. Toz ve baruttan göz gözü görmez oldu. Ama Bizanslılar toparlanamadan Anadolu askeri hızla yarığa bastırdı ve birkaç yüz kişi surlardan içeri girdi.

Osmanlı askeri ilk kez surlardan içeri giriyordu ve Bizanslı savunmacılarla Osmanlılar iki sur arasında ilk kez karşılaşıyorlardı. Gedik küçük olduğu için içeri binlerce Türk giremedi ve içeri girmeyi başaranlar kendilerini köşeye sıkıştırılmış halde buldu. Grekler ve İtalyanlar Osmanlı piyadelerini burada kılıçtan geçirdiler ve surlardan dışarı attılar. Bizanslılar ilk kez tezahürat yaparak kendilerini alkışladılar. Olağanüstü yorgun olmalarına rağmen müthiş bir özgüven kazanmışlardı. Gerçekten de bu sıralarda cesareti kırılan Osmanlı ordusu ilk kez duralar gibi, taarruz da hız keser gibi oldu.

Sabah saat 5.30 sıralarında Zaganos Paşa Haliç’te kurdukları yüzer köprüden askerlerini geçirerek Haliç surlarının önüne,  gemileri de surları vurabileceği daha yakın mesafeye getirdi.

Birinci ve ikinci dalga saldırıların başarısızlıkla sonuçlanmasının Fatih’i öfkelendirdiği, hatta telaşlandırdığı söylenir. Doğru mu değil mi bilmiyorum ama artık elinde oynayacağı sadece son kozunun, yeniçeri kozunun kaldığı, her şeyin bu manevraya bağlı olduğu ve eğer önündeki bir kaç saat içinde yeniçeriler de Bizans direnişini kıramazsa taarruz ivme kaybedeceği ve geri çekilişin başlayacağı düşünülürse Fatih’in strese girmemiş olması düşünülemez.  Fatih İstanbul’u o gece alamazsa aynı genel taarruz organizasyonunu ertesi gün ya da başka bir gün tekrar sahneye koymasına imkan yoktu. 60.000 ölü vermişlerdi.








Gündoğumuna hala 1 saat vardı. Yeniçeriler 8 kilometre ötedeki Anadolu yakasından bile duyulan korkunç bir kükremeyle surlara doğru saldırıya geçti. Bu korkunç naralar Osmanlı ordularının psikolojik silahıydı. Binlerce, onbinlerce kişi bütün güçleriyle bağırarak hem adrenalin boşaltıyor, hem de düşmanın korkusunun tavan yapmasına, sinirlerinin perişan olmasına  neden oluyordu.

Korkunç bir gürültüyle, ölenle öldürenin sesinin birbirine karıştığı göğüs göğse çarpışma 1 saat kadar sürdü. Savunmacılar hiç geri adım atmadı. Sonra bir an geldi. Savunmacılar Osmanlıların baskısının belli belirsiz azaldığını hisseder gibi oldu. İşte o an belki de savaşın dönüm noktasıydı. Konstantin bütün gücüyle askerlerine doğru haykırdı: Cesur askerlerim. Düşman ordusu zayıflıyor. Zafer tacı bizimdir. Döğüşmeye devam edin.”

Theodosius surları Marmara kıyısından başlayıp Haliç kıyısındaki Blachernae  Sarayı yakınına kadar çift sıra halinde devam eder. Burada surlar dışa doğru 90 derecelik bir açıyla bir çıkıntı yapar, sonra tekrar, ama bu kez tek sıra olarak  dış surlara paralel bir şekilde Haliç’e doğru devam eder. Karaca Paşa’nın birlikleri zaman zaman bu surlara etkili saldırılar gerçekleştirdiyse de bu saldırıların hepsi bu noktada konumlanmış olan Ceneviz’li Bocchiardi kardeşler tarafından püskürtüldü. Savaşın başından sonuna kadar gözüpeklikleri ve korkusuzluklarıyla bir efsane haline gelen ve adeta parti yapar gibi, zaman zaman İtalyanca şarkılar söyleyerek ölümle alay eden Bocchiardi kardeşler saldırıları püskürtmekle kalmayıp, dışarıdan bakıldığında görülmeyen ve daha sonra yüzyıllar boyunca İstanbul’un düşmesiyle ilgili tartışmaların odağında yer alacak olan Kerko Porta(Cambazhane kapısı)dan dışarı çıkarak karşı saldırılar gerçekleştiriyorlardı. 


Böylesi bir karşı saldırıdan dönerken İtalyan askerlerden birisi bu yan kapıyı kapatmayı ihmal etti. Yavaş yavaş artan aydınlıkta Karaca paşanın askerleri bu kapının farkına vardı ve içeriye girdi. Osmanlı askerleri merdivenlerden yukarı çıkıp Bizanslıları gafil avladı ve kulelerden San Marco Bayrağıyla imparatorun sancağını indirip Osmanlı sancağını çektiler. Gerçi kısa sürede diğer Bizanslılar yetişip bunları ya öldürdüler ya da dışarı attılar. Ancak çok önemli bir hata yaptılar ve kuleye çekilmiş Osmanlı bayrağını, ya gerek görmedikleri ya da unuttukları için indirmediler. Bu korkunç hata 1 kilometre ilerideki psikolojik iklimi tamamen değiştirecekti. Kulelere çekilen Osmanlı bayrağı kimi yerlerden görüldü.

800 metre ileride Konstantin ve Justinyani Kerko Porta yakınındaki bu gelişmelerden habersiz çarpışmaya devam ederken ve her şey Bizans savunması açısından kendilerinin bile beklemediği ölçüde iyi giderken öyle talihsiz bir gelişme oldu ki insan, uzun süre tarafsızlığını koruyan Olimpos tanrılarının, sonunda Troya’nın yıkılmasında görüş birliğine varmaları gibi Konstantinopol’ün yıkılmasına da karar verdiklerini düşünmeden edemiyor. Justinyani göğsüne isabet eden bir merminin göğüs zırhını delip geçmesiyle ağır şekilde yaralandı.

Justinyani’nin yarasının tedavi edilmesinden sonra döneceğine söz vererek imparatordan iç surların anahtarlarını alıp çıkmasıyla, diğer Ceneviz’li askerlerin aynı kapıdan içeri sökün etmesi bir oldu.

İmparator Konstantin bu durumun bir çekilme dalgasına dönüşmemesi için adeta çırpındı ancak savunma net bir şekilde sendelemeye başladı.

Sinerji sözcüğünün tam tersi olan bir sözcük var mıdır bilmiyorum. O dakikalarda Bizans askerlerinin “her şeyin bittiği”ni düşünmeye başlamaları, o dakikalarda her şey aslında bitmemiş olsa bile her şeyin bitmesine neden oldu. Osmanlı askerleri onbinler halinde savunmanın boşalttığı gediklerden içeri akmaya başladı. Nicolo Barbaro’ya göre 15 dakika içinde 30.000 adam cehennemi naralar atarak içeri doldu. Savunma cılız da olsa devam ediyordu. 


Tam bu sırada Türk askerlerinden bazıları biraz önce anlattığım Kerko Porta(Cambazhane Kapısı) cıvarındaki kulelere dikilmiş olan ve Bocchiardi Kardeşlerin indirmeyi unuttuğu Osmanlı sancaklarını gördü. Bu sancakların görülmesi Türk tarafında büyük bir bağırışın kopmasına neden oldu: “kent düştü!” Bir an gerek Türk, gerekse Bizanslı askerlerin başları o tarafa çevrildi. Evet, ileride Osmanlı sancakları dalgalanıyordu. Halbuki orada o bayrakların asılı olması Türklerin şehre girdiği, o kısmı aldığı anlamına gelmiyordu. 

İşte o an savunmacılar tam anlamıyla panikledi. Her şeyin bittiğine inandılar ve dönüp kaçmaya, kente girebilecekleri bir kapı aramaya başladılar. Tek bir çıkış yolu vardı. Justinyani’nin çıktığı kapı. Herkes aynı kapıya hücum etti. Bu da hepsinin birbirini ezmesine, kapının önünde korkunç bir yığılmaya neden oldu. Bu yığılma kimsenin geçememesine neden oldu. Dış surlara tırmanmış olan Osmanlı askerleri yukarıdan da ateş etmeye başladılar. Kaçamayıp iki sur arasında kalan Bizans askerlerinin hepsi öldürüldü.

Osmanlı bayrakları surların değişik kulelerinde dalgalanmaya başladı. Daha 1 saat öncesine kadar Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna ve duraklamaya neden olan, hatta savaşı kazanacağı umuduna kapılan Bizans savunması, Justinyani’nin yaralanması dışında somut bir neden yokken, büyük ölçüde psikolojik nedenlerle 1 saat içerisinde çökmüştü.

Bütün bu anlatılanlara rağmen şehre nasıl ve nereden girildiği sorunsalı bugün bile netleşmiş değil. Bu konuda yukarıda anlatılanlardan farklı görüşler de var.
Bunlardan biri Kerko Porta’dan yani Cambazhane kapısından girildiği görüşüdür. Ancak bu görüş pek kabul görmüyor. Az sayıda Türk askerinin açık unutulan bu kapıdan içeri girdiği, ancak bunların püskürtüldüğü daha fazla kabul görüyor.

Diğeri Aya Romano kapısından(Topkapı) girildiğidir. Ben bu görüşe katılmıyorum. Resmi görüş bu kapıdan girildiği yönünde ısrarlı. Ancak bunun nedeninin padişahın ve yeniçerilerin konumlandığı yerin bu bölge olması nedeniyle bu “şerefin” yeniçeriler ve Fatih’e mal edilmesi çabası olduğunu sanıyorum.

Bir de savaşın neredeyse tamamına yakını kara surları tarafında gerçekleşmiş olmasına rağmen şehre ilk önce Haliç tarafından çarpışma yoluyla girildiği, San Romano Kapısı tarafındansa karşılıklı anlaşma yoluyla girildiği yönünde ciddiye alınabilir görüşler var. Bilindiği gibi Haliç surları tek sıradır ve kara surlarına göre daha zayıftır. Osmanlı ordusu bu yönden gerçekleştirdiği top atışlarıyla Haliç’e bakan surlarda önemli gedikler açmıştı ve bu gedikler büyüktü. Bizans defansının ana gövdesi kara surları tarafında çarpışmaktaydı ve Haliç’e bakan surları korumakla görevli donanma komutanı Lukas Notaras’ın(Latin serpuşundansa Türk sarığını tercih eden) emrinde, kara tarafında olduğu gibi, binlerce kişi yoktu.

Bu konuda Selahattin Tansel, Justinyani’nin yaralanıp pozisyonunu terk etmesi, imparatorun da cephenin bu kısmından ayrılması üzerine, buralarda çarpışan Bizans askerlerinin bir süre daha çarpışmaya devam ettiği, fakat surların deniz tarafından aşıldığı haberini duymaları üzerine, artık daha fazla direnmenin gereksizliğini anlayıp Fatih’e şehri teslim etmek için başvurmuş olabileceklerini ve şehre kara tarafından barış yoluyla girilmiş olabileceğini, şehir düştükten sonra şehrin bu kısmındaki kiliselerin kilise olarak kalmaya devam etmesinin, diğer yerlerdeki kiliselerin hepsinin camiye çevrilmiş olmasının da bu tezin doğruluğu ihtimalini güçlendirdiğini söylüyor.

Gerçekten de çeşitli kaynaklar, Osmanlı askerlerinin şehre kara tarafından girişi sırasında Akşemsettin ve Molla Gürani’nin Bizanslıların  barış teklifini reddettiklerini söyler. Çünkü gelinen bu aşamadan sonra bu teklifi kabul ederlerse şeriat kuralı gereği şehri yağmalayamayacaklar, Bizans halkını esir ve köle yapamayacaklardır.

Evliya Çelebi de şehre önce Haliç tarafından çatışmayla değil, Grek kökenli balıkçıların Haliç’teki Petrus kapısını Bursa Subaşısı Cuba Ali Bey’e açmasıyla girildiğini, buradaki balıkçılara bu nedenle vergi muafiyeti tanındığını anlatır. (Cuba Ali Bey’in şehre girdiği kapıya daha sonra Cuba Ali kapısı(Cibali kapısı) adı verilmiştir)


Ealoi Polis!....Ealoi Polis!...

29 Mayıs sabahı gün ağarırken korku ve dehşet içinde evlerine, evlerden Mese Caddesine, Mese Caddesinden Ayasofya’ya, Ayasofya’dan sahilde beklemekte olan gemilere hücum eden onbinlerce kişinin ağzından çığlık çığlığa dökülen bu iki kelime oldu:

Ealoi Polis!....Ealoi Polis!....Ealoi Polis!....

Şehir düştü!....şehir düştü!...Şehir düştü!

Finlandiya’lı yazar Mika Waltari “dünya var oldukça bu ses semada yankılanacaktır” diye konuşturur kahramanını, Lukas Notaras’ın kızı Anna Notaras’la, İtalya’dan, şehrin savunmasında yer almak ve ölmek için gelen bir yabancı arasında kuşatma altında yaşanan aşk hikayesini anlattığı Kara melek romanında.

Kimi götürebileceği eşyalarını ve ailesini  alarak sahile, şehrin düşmesi halinde demir alıp gideceğine kesin gözüyle baktıkları gemilerden birine koşarak yetişmeye çalıştı, kimi de bir mucizenin gerçekleşmesi umuduyla Ayasofya’ya koşup olacakları orada beklemeyi tercih etti.

Şehir düştüğü halde çarpışmaya devam eden Bocchiardi Kardeşler, etrafları sarılmak üzereyken artık gitmeleri gerektiğini anladılar. Kendilerine yol açmaya çalışırlarken kardeşlerden Paolo öldürüldü. Diğerleri dövüşerek kendilerine yol açıp Haliç’e inmeyi başardı. Venedik balyosu Minotto ve diğer Venedik’liler üslendikleri Blachernae Sarayında kuşatılıp ele geçirildiler.

Surların Marmara Denizine bakan kısmını tutan savunmacılar şehrin düştüğünden habersiz oldukları için kendilerini arkadan saldırıya uğrar halde buldu ve çoğu öldürüldü.

Şehzade Orhan bir dilenci kılığına girerek kaçmaya çalıştı. Ancak onu tanıyan birisi ihbar etti. Yakalanmamak için  surlardan aşağı atlayarak intihar etti.

Şehirdeki panik ve karmaşa olağanüstüydü. Çünkü şehir yavaş yavaş değil aniden düşmüştü. Oysa şehrin düşmesinden 1-2 saat öncesine kadar savunma dimdik ayaktaydı.

Bu anlarda karmaşa içinde bir başka karmaşa daha yaşandı. Bilgi kirliği nedeniyle her türlü söylentiyi ihtiyatla karşılamayı öğrenmiş olan Konstantinopolis’lilerin bir bölümü, daha çok da cephede çarpışanların arasında oğulları bulunanlar, Türklerin surları aşarak şehre girdiği haberi üzerine surlardakilere yardım etmek üzere surlara yöneldiler. Şehre giren Osmanlı askerleri de kendilerini dar sokaklardan oluşan bir labirentin içinde buldu. Endişeliydiler ve akılları karışmıştı. Şehrin içinde daha büyük birliklerle, tüm şehir halkını da içine alan daha kararlı bir direnişle karşılaşma ihtimalini düşünerek ilerlediler. Bütün gece kendilerine kök söktüren Bizanslı sayısının 2000 kişi olduğuna inanmak imkansızdı.

Önlerine çıkan herkesi öldürdüler. Genç, yaşlı, kadın, erkek dinlemeden öldürdüler. Savaşın ve direnişin devam ettiği düşüncesiyle öldürdüler. Haftalar boyu surlardan savrulan küfürlerin ve verdikleri onbinlerce ölünün intikamını almak için öldürdüler. Dar sokaklarda damlardan üstlerine yağan taşlar ve tuğlalar durumu değiştirmedi. Bütün şehir ölen ve öldüren, kaçan ve kovalayan insanlarla doldu.

Osmanlılar ancak birkaç saat sonra, yani şehirde herhangi bir organize direniş olmadığını anladıktan sonra rahatladılar. Bu anlardan sonra daha çok  yaşlıları ve çok küçük çocukları öldürmeye(para etmiyorlardı çünkü), gençleri tutsak almaya başladılar. Artık yağmaya ve ganimete öncelik vermenin zamanı gelmişti. İçlerinden bazıları Blachernae Sarayı ve çevresindeki binalara, bazıları da Bizans yüksek sosyetesinin yaşadığı mahallelelerdeki malikanelere ve villalara yöneldi. Diğer guruplar şehrin ana caddesi olan Mese Caddesini izleyerek(bugünkü Divanyolu Caddesi) şehir merkezine yöneldiler. Haliç yönünden gelenlerle Forum Bovis’te(Boğa Forumu, bugünkü Aksaray Meydanı) birleşerek Forum Tauriye(bugünkü Beyazıt Meydanı), oradan da Forum Konstantin’e(Bugünkü Çemberlitaş Meydanı) ulaştılar.

İtalyanlar Haliç’e, içinde kendilerini güvende hissedecekleri gemilerine, Rumlar eşlerini ve çocuklarını korumak için evlerine koştu. Bunlardan bazıları evlerine vardığında, sahip oldukları her şeyin yağmalandığını, eşlerinin ve çocuklarını kaçırıldığını gördüler. Çoğu yakalandı ve eş ve çocuklarıyla birlikte zincire vuruldu. Teslim olurlarsa başlarına gelecekleri anlayan insanlardan bazıları ise ailelerini savunarak ölmeyi tercih etti. Kimileri mahzenlere ve su sarnıçlarına saklandı.

Kuşkusuz Osmanlı’cı tarih yazıcıları yapılan zulmü, tecavüzleri, yağma ve yıkımı anlatmamayı tercih ettiler. Ancak kendisi bir Grek olmasına rağmen savaşı ve sonrasını Osmanlı yanlısı bir gözle anlatan, hatta kuşatma ve sonrasını anlattığı yazılarını daha sonra Fatih’e de sunan Kritovulos, kente ve kette yaşayanlara neler yapıldığını ayrıntılı bir şekilde anlatır:

“Şehrin düşmesinden sonra yaşanan trajedi tüm trajedilerin ötesindeydi. Kadınlar yatak odalarından sürüklenerek çıkarıldılar. Çocuklar anne ve babalarından koparıldılar. Yaşlılar, zayıf akıllılar, hastalar, düşkünler acımasızca kesildi. Yeni doğmuş bebekler meydanlara atıldı. Kadınlara ve oğlanlara tecavüz edildi. Öldürülmeyip pazarda satılmaya değer bulunan onbinlerce kişi birbirlerine bağlanarak, koyunlar gibi itile kakıla karargaha götürüldü. Bu arada yağmacılar arasında en güzel kızlar üzerine silahlı kavgalar çıktı.

Aya Yorgi, Vaftizci Yahya ve Chora manastırının yağmalanması çabuk bitti.  İkonalar parçalandı, haçlar yerlere çalındı. Kilise hazineleri, ayin tasları, değerli taşlarla işlenmiş kaftanlar arabalara yüklendi ve götürüldü. Manastırlardaki rahibeler filolara götürülüp tecavüz edildi. Mihraplar alaşağı edildi. İmparatorların mezarları açıldı ve içinde altın ve değerli taş arandı. Bin yıllık Hıristiyan Konstantinopolis birkaç saat içinde büyük ölçüde yok oldu” diye anlatır Kritovulos kederini gizlemeksizin.

Sabah saatlerinde yüzlerce kişinin kaderi biraz da şans tarafından belirlendi. Kiev başpiskoposu Kardinal İsidor, hizmetkarlarının yardımıyla, pahalı ve gösterişli piskoposlık giysilerini sokakta yatan ölü bir askerinkiyle değiştirmeyi başardı. Osmanlı askerleri piskoposun giysileri içindeki cesede rastlayıca, cesedi piskopos zannederek başını kesti ve zaferle sokaklarda dolaştırdı. Yaşlı isidor’sa sıradan bir adam olarak yakalandı ama tanınmadı. O da özgürlüğünü kendisini yakalayanlara küçük bir bedel ödeyerek tekrar kazandı ve limandaki İtalyan gemilerinden birine binmeyi başardı.

Şehrin düşmesinden sonra evine giden Notaras evinde yakalandı. Kiliselerin birleşmesine karşı çıkan papaz Gennadius hücresinde bulundu.

Şehir düşmüştü ama Haliç boyunda bir gurup Giritli asker kendilerini üç kuleye kapatmış, teslim olmayı reddediyordu. Tüm sabah saatleri boyunca onları yerlerinden sökmeye yönelik Osmanlı girişimlerine direndiler. Vakit öğleyi geçmiş, bütün şehir teslim olmuş, onlarsa ölümüne savaşmaya devam ediyordu. Kendilerine yapılan, şehrin düştüğü, savaşın bittiği, herkesin teslim olduğu uyarıları da fayda etmedi. Sonunda yeniçeri çavuşlarından birisi bunu Mehmet’e bildirdi. Fatih de klasik şövalyece jestlerinden birini yaparak bu kahramanlara  ateşkes ve gemilerine binip gitme şansı tanıdı.  Kısa bir duraksamanın ardından Giritliler bu teklifi kabul ettiler ve oradan ayrılıp gemilerine gittiler.

Sabahın erken saatlerinde binlerce insan limandaki İtalyan gemilerinden birine tırmanma umuduyla dar sokaklardan denize doğru aktı.Bir çok insan kendini kalabalık sandallara öylesine attı ve sandalların alabora olmasına ve içindekilerin boğulmasına neden oldu. Bu sırada Haliç’teki kapı görevlilerinin bir hareketi trajedinin boyutlarının büyümesine neden oldu. Bu kapı görevlileri Gennadius’un da aylardır dillendirdiği eski bir kehaneti hatırladılar. Türkler Forum Konstantin’e kadar gelecekler ve oradan geri püskürtüleceklerdi. Kapı görevlileri gemilerden birine binebilmek için akın akın sahile koşmakta olan Grek hemşehrilerinin yollarını keserlerse bu insanların dönüp Türkleri gerisin geri sürmeye ikna olacaklarını düşünüp kapının anahtarlarını surların üstünden fırlatıp attılar. Böylece kıyıdaki manzara daha da acınası bir hal aldı. Herkes ağlıyor, İtalyan gemilerinin gelip kendilerini kurtarması için yalvarıyordu. 


Bu arada ancak gerilim filmlerinde görülebilecek cinsten bir olay yaşandı. Türklerin savunmada yer alan ya da savunmaya yardım eden, hatta etmeyen, bütün Venediklileri, Floransalıları, Katolikleri öldürdüğünü bilen Floransalı tüccar Giacomo Tedaldi, şehrin düşmesinden ancak 2 saat sonra kıyıya ulaşabilmişti. Fazla zamanı yoktu. Ya boğulma tehlikesini göze alacak ve yüzerek gemilerden birine çıkacak ya da yakalanacak ve öldürülecekti. Tedaldi risk aldı. Soyunup gemilerden birine yüzdü ve güverteye alındı. Bunu tam zamanında yapmıştı çünkü dönüp kıyıya baktığında, onun gibi yapıp yüzmek için zırhlarını çıkarmaya çalışan kırk kadar askerin Türkler tarafından yakalandığını görmüştü.

Yakalandığında öldürüleceğine kesin gözüyle bakılan Venedik donanmasının kumandanı Aluxive Diedo ve bütün bir kuşatmayı günlük tutarak yazmış olan doktoru Nicolo Barbaro gemilere son anda yetiştiler. Gemilere binebilenler bu sefer de limandan ayrılıp kaçabilmek için uygun rüzgarı beklemeye koyuldular. Şansları 2 nedenle yaver gitti. Osmanlı donanması da dahil bütün Türkler o sırada yağmayla ilgileniyorlardı ve Türk donanmasındaki askerler de şehirde yağmalanacak şeyler bitmeden ganimetten pay alabilmek için gemileri terk edip karaya çıkmışlardı ve bekledikleri rüzgar çabuk geldi. Barbaro’ya göre talihin bu cilvesi olmasa hepsi tutsak düşecekti.

Mese Caddesini, Öküz Forumu ile Forum Tauri’yi geride bırakan Osmanlı Birlikleri Forum Konstantin’e,(ne yazık ki burada gökten bir melek zuhur edip Türkleri geldikleri Asya içlerine kadar kovalamadı) oradan da şehrin kalbine, Forum Augustion’a ulaştılar.(Sultanahmet Meydanı)

Atının üzerinde doğuya bakan Justinian heykeli, million taşı, hipodromun küçük bir bölümü, 3 başlı bronz yılan hala yerinde duruyor ve  elbette Hagia Sophia’nın kendisi bütün heybetiyle önlerinde yükseliyordu.

Kaçamayıp ya da kaçmayıp bir mucizenin gerçekleşmesini bekleyen binlerce kişi Hagia Sophia’daki yerlerini almıştı. İçeride sanki o gün normal bir günmüş, dışarıda kıyamet kopmamış gibi sabah ayini yapılıyordu. Kilisenin bronz kaplı 9 kapısı çekilmiş, kol demirleri vurulmuştu. İçerisi ağzına kadar insanla doluydu ve bir mucizenin gerçekleşmesi için dua ediyorlardı. Erkekler aşağıda, kadınlar da galeri katındaki yerlerini almıştı. Rahipler mihrapta ayini yönetiyordu.

Yeniçeriler iç avluya girdiler ve imparatorların girdiği kapıyı sert darbelerle dövmeye başladılar. Kapı balta vuruşlarıyla parçalandı ve kırılıp açıldı. Askerler içeri dağılınca büyük feryat koptu. Binlerce kişi koyunlar gibi teslim alındı.

Askerler ganimet peşindeydi ve şimdi kendi aralarında, savaş sırasında varolan ilişkilerin dışında tamamen başka ilişkiler geliştirmişler, herkes yağma sırasında birlikte hareket edebileceği bir iki kişiyle özel ilişkiler geliştirerek yağmaladıklarını güvence altına almaya çalışıyor, avını yakalayan aslan, nasıl başka hayvanların gelip onu elinden almaması için avını güvenli bir yere götürürse, askerler de beraber hareket ettiği ve işbirliği yaptığı kişilerle birlikte yağmaladıkları malları, köleleştirdikleri insanları güvenli bir yere götürüyor, onlar bu “malları”  götürürken, diğerleri yeni avlar seçiyor ve  gönderdikleri  kurye malları götürüp, güvenli bir yere bırakıp dönene kadar bekliyordu. Bütün kadınların galeri katında toplanmış olması Osmanlı askerlerinin işini koloylaştırdıysa da burada en güzel kızların seçilmesi sırasında aralarında birbirlerine silah çekmeye kadar varan sürtüşmeler oldu. Genç kızlar en değerli köleler olarak hemen ayrıldılar. Onlar en pahalı “ürünlerdi”. Rahibeler, soylu kadınlar, gençler, efendiler, hizmetkarlar hepsi birbirlerine bağlandı ve kiliseden çıkarıldı. Dukas davar ve koyun sürüsü gibi güdülen insan manzaralarının olağanüstü olduğunu ve sabahı korkunç bir ağıt havasının sardığını söyler. 

İnsanlardan sonra kilisedeki altın, gümüş ve değerli eşyalar talan edildi.(İşin bu kısmı Fatih’le askerler arasındaki anlaşamaya aykırıydı gerçi ama Mehmet henüz şehre girmemişti.)

Burada çok ilginç olduğunu düşündüğüm bir konudan söz etmeden geçemeyeceğim. “Osmanlı” tarih yazıcıları ile “Osmanlı’cı” tarih yazıcıları arasında olan bitenin nasıl anlatılacağı konusunda uçurumlar kadar fark var.

Eski tarihçiler, yani Fatih ya da genel olarak Osmanlı döneminde yaşamış olan eski tarihçiler, bu tür fetihler sonrasında gerçekleştirilen katliamları, talanı, kadınların ve oğlanların köleleştirilmesini, bir insanın sadece çok yaşlı veya çok küçük olduğu ve bu nedenle para etmediği için öldürülmesini, yüzyıllar sonra bu tür eylemlerin utanılacak eylemler olarak görüleceğini hesaba katmadıkları ve kendilerine çok normal geldiği için olsa gerek, gayet ayrıntılı bir dille anlatırken, günümüz Osmanlı’cıları ya kimsenin kılına dokunulmadığı gibi gerçek dışı argümanlara başvururlar ya da yağma, katliam ve tecavüzleri münferit olaylar olarak niteleyip geçiştirmeye, olmadı, haçlıların ve Hıristiyanların ele geçirdikleri Müslüman topraklarında yaptıklarını anlatarak fetih sonrası yaşananları normalleştirmeye veya bu tür şeylerin o dönemlerde olağan olduğunu söyleyip konuyu geçiştirmeye çalışırlar.

Mesela bunlardan biri şehir düştükten sonra olanları şöyle anlatır: “Şehrin düşmesinden sonra İstanbul birkaç gün karışıklıklar içinde kaldı” Bu kadar. Ya, işte böyle. Demek ki ne olmuş? İstanbul karışıklıklar içinde kalmış. Ve devam ediyor bu “büyük” tarihçi: ”Bunun üzerine Fatih askerin izinsiz sokağa çıkmasını yasakladı”.

Konuyu tek cümleyle geçiştirenler arasında kimler yok ki:

Feridun Dirimtekin:” Fatih’in müsadesine uyularak ortaçağda harben zaptolunan şehirlere yapıldığı gibi şehrin yağmasına başlandı.”("ortaçağın rajonu bu, elden ne gelir?" demek istiyor.

İsmail hakkı Uzunçarşılı: “Teamül üzere zaptedilen bir şehrin üç gün yağması icap ettiğinden…”(İcap ettiğinden yani, icap etmese neyse)

Bu “tarihçiler” için talan edilen, ırzına geçilen, köle yapılan, yere yatırılıp koyun gibi kesilen, çocuğu başkasına, annesi başkasına, babası başkasına satılan insanlar, bu sırada göklere çıkan feryatlar, çığlıklar konusu birer ayrıntı olmalı ki gerçekleri anlatmaya çalışanları “iflah olmaz Türk düşmanı” filan diye suçlamaya kalkarlar. Burada bu Osmanlı’cı tarihçilerin yalanlarıyla cehaletleri iç içe geçer. Birincisi iflah olmaz Türk düşmanının bizatihi kendisinin Osmanlı hanedanı olduğunu, Osmanlı’nın kestiği Türk ve Türkmen sayısının yine Osmanlı’nın kestiği Hıristiyan sayısıyla yarışacak düzeyde olduğunu ya bilmezler ya da bilmezden gelirler. İkincisi fetih sonrası yaşananlar konusunda kendilerini yalanlayanların yabancı Hıristiyan yazarlardan önce bizzat Osmanlı tarihçileri olduğunu unuturlar.

İsterseniz burada ben çenemi kapatayım da bizim Osmanlı’cı tarihçilerin “ecdadımız” diye övündüğü padişahların tarihçileri konuşsun.

“Şehrin içine girdiler. Yağma ve talan ettiler. Oğlanlarını, kızlarını ve mallarını alıp esir ettiler. O sırada tutabilen tuttu. Müslümanlar şöyle mala garkoldular kİ, İstanbul’un yapıldığı 2400 yıldan beri toplanan mal hep gazilere nasip oldu.”(Oruç Beğ tarihi)

“Hisar fetholundu. İyi yağmalar ve doyumluklar oldu. Altın, gümüş ve mücevherler ve her türlü kumaşlar gelip pazara döküldü.Satmaya başladılar. Halkını esir ettiler. Tekfurunu(imparatoru) öldürdüler.Güzel kızlarını gaziler bağırlarına bastılar(Aşık Paşaoğlu tarihi)(Güzel kızların bağırlara basılmasından neyin kastedildiğini açıklamama gerek yok sanırım.)

“yaşlıları öldürünüz, işe yarayanları bırakınız”(İslam hukuku gereği savaşta alınacak tedbirlerden biri) emri gereğince hareket olunarak….”

“Ve böylece sağlam ve büyük bir kale dar-ül harp iken dar-ül İslam oldu.”(Tacüt Tevarih)(Savaş ülkesinden İslam diyarına dönüştü)

Hadi bir de 1396-1458 yılları arasında yaşamış ve Fatih’i olumlu özellikleriyle öven Venedikli diplomat Zorzi Dolfin’den alıntı yapalım:

“İhtiyarlar, hastalar ve küçükler para etmedikleri için orada öldürüldü. Erkekler iplerle bağlandılar. Kadınlar ikişer üçer kişilik guruplar halinde birbirlerine saçlarından bağlandılar. Bizanslı görgü tanıkları küçük kız ve oğlanların sunak masaları üstünde ırzlarına geçildiğini ve büyük kilisenin(Ayasofya kastediliyor olmalı) onların çığlıklarıyla çınladığını anlatırlar(Zorzi dolfin)

Demek ki neymiş? Zorbalıkla, eşkıyalıkla bir şehri ele geçirmenin adı fetih oluyormuş. Bu uğurda ölenler cennete gidiyormuş. Kendilerini size paşa paşa teslim etmeyip yurdunu savunanları, teslim olmadılar ve yiğitçe direndiler diye kıtır kıtır kesmek, ırzlarına geçmek, onları köle yapıp pazarda satmak, her türlü mallarına el koymak “helal ganimet“ elde etmek anlamına geliyormuş. 

Sanırım yurtseverlik, boyun eğmeme, yiğitlik, cesaret, onur gibi şeyler bizim fetihçiler tarafından birer fazilet olarak, değerli ve soylu davranışlar olarak görülmüyor. Onun yerine, teslim olmak, boyun eğmek daha değerli davranışlar olarak görülüyor olmalı ki direnenler ölümle veya köleleştirilmekle, onların karıları ve kızları da cariye yapılmakla cezalandırılırken hemen teslim olanlar, boyun eğenler, yurdunu savaşmadan teslim edenler özgür bırakılarak, mallarına mülklerine dokunulmayarak, hatta kendilerine vergi muafiyeti filan sağlanarak ödüllendiriliyor.

“İman sahipleri mutlak hakim olup asker de yağmaya başladı. Rumi, Frengi, Rusi, Engürisi her milletten bir çok oğlan ve kız esir alndı. Tekfur Sarayı ve diğer saraylarda, zengin kafir evlerinden o kadar çok ganimet çıktı ki gümüş ve yakut cinsinden kıymetli madenler boncuk ve sırça pahasına satıldı. Altın ve gümüş, bakır ve kalay fiyatına alındı.” Tursun bey(Tarih-i Ebul Feth)

“Bütün gaziler aldıkları toyumluk maldan onda birini Allah’ın farzı gereğince padişaha sundular. Cümle tutsaklardan 3800 tutsak padişahın hissesine düştü. 20 bin kese yanko altını, 3 bin saray, 2 bin ester, 7 bin dükkan da padişaha ayrıldı. Ayasofya camisini ve 7 büyük manastırı da Fatih hazretlerine verdiler. Sözün kısası bütün İstanbul bu düzenle gazada bulunan tüm gazilere ve Fransız kralının kızı da padişaha verilerek akça dağıtımı yapıldı. Bütün gaziler padişaha ve kutlu dine hayır dualar ettiler."

Uzunçarşılı, Lamartin ve Dirimtekin’e göre 50.000’e yakın Bizans’lı esir alındı ve köle pazarında satıldı. Sağ kalan Bizans’lı askerlerin ve Venedik’lilerin çoğununsa boynu vuruldu.(Tursun bey: Fatih’in tarihi)

Ertelenen intikam ve Çandarlı'nın düşüşü

Sultan Mehmet sabah saatleri boyunca surların dışındaki otağında kaldı ve kentten gelen haberleri bekledi. Önce Orhan’ın kesik başı getirildi kendisine. Mehmet özellikle imparatorun bulunmasını istiyordu. Günün ilerleyen saatlerinde artık ortalığın biraz yatıştığı bilgisi geldikten sonra şehre zafer girişini yapmaya karar verdi. Atına bindi ve maiyetiyle birlikte Harissos kapısından geçerek kente girdi.








Yol boyunca yanından geçtiği binaları şaşkınlık ve hayranlıkla seyre koyuldu. Valens su kemerini geçti. Şaşkınlığı ve hayranlığı , giderek üzüntüye, üzüntüsü de giderek kızgınlığa dönüştü. Fethettiği şehir harabeye dönüşmüştü. Kontrol dışına çıkan ordu, şehrin kumaşını oluşturan yapıların dokunulmadan kendisine bırakılması şeklindeki fermanını unutmuş, şehir bir gün içinde tarumar edilmişti. Bunun üzerine Fatih 3 gün yağma sözü vermiş olmasına rağmen bu sözünü geri aldı ve birinci gün gece yarısı yağmanın bitirilmesi emrini verdi.

Hipodromu ve Justinian heykelini geçti. Ayasofyanın ön kapısında atından indi, secdeye kapandı, yerden bir avuç toprak alarak türbanına sürdü. Ön kapıdan içeri girerken iç narteksin üzerindeki muhteşem mozaikten kendisine bakan İsa Mesih’e baktı. Efsane yapının içine girdi ve mihraba doğru ilerledi. Bu sırada Ayasofya’nın gizli girintilerinde gizlenerek yeniçeriler tarafından yakalanıp esir edilmekten kurtulmayı başaran birkaç Grek’in korku içinde bir köşeye sinmiş bekleştiklerini gördü. Fatih bunların güvenlik içinde evlerine götürülmeleri için yeniçeri çavuşlarına emir verdi.

Namazını kıldıktan sonra kilisenin kubbesine çıkıp bir süre harabeye dönmüş şehri seyre koyuldu. Kiliseyi çevreleyen binaların da çoğu yıkılmıştı. 7. Yüzyılda Pers İmparatorluğunun Arap’lar tarafından yerle bir edilişini anlatan, ezberlediği bir şiirden bir dizeyi hıçkırarak tekrar etti.

“Baykuş Efrasiyabın kubbesinde öterken Kayserin kasrında örümcek ağını örüyor”

Karargaha dönmek için atına atladı ve ana caddelerden ve pencereleri, duvarları kırılmış, kapıları sökülmüş, çatıları göçertilmiş evlerin arasından geçerek düşünceli bir şekilde yürümeye başladı. Teslim olmayan ve bu nedenle zorla ele geçirilen şehirlerdeki halklara uygulanan İslam şeriat hukuku kılıçtan geçirme, köleleştirme ve talandı. Ancak gayrimüslimler savaşmayıp boyun eğerler ve cizye yani kelle vergisi verirlerse hayatta kalma hakkına sahip olabilirlerdi(Tevbe suresi 29. Ayet) Kuşatmayı başlatmadan önce Konstantin’e gönderdiği elçilerle islamın bu kuralını hatırlatmış ve şehrin teslim edilmesini istemişti. Ancak Bizanslılar alçalmayı reddedip “onurlu birer insan gibi direnme ve yurtlarını savunma suçunu” işlediklerinden kılıçtan geçirilmeleri, köleleştirilmeleri ve şehirlerinin talan edilmesi gerekiyordu. O da askerlerini savaştırabilmek için 3 gün yağma sözünü vermişti zaten. Ancak 1 günlük yağma sonrasında bile şehrin aldığı hal insanı dehşet içinde bırakacak kadar korkunçtu. Öfke ve üzüntü birbirine karıştı. Sonunda gözlerinden yaşlar boşandı ve “böylesine güzel bir şehri ne hale çevirdik” diye hıçkırdı.

Tahminimce o dökülen gözyaşları güzelliğe, estetiğe, mimariye, medeniyete odaklanmayı tercih edenle, bütün tarihi boyuca talana, haraca, kelle kesmeye ve ganimet toplamaya odaklanan arasındaki uçurumu görmenin yarattığı dehşetli eziklikten kaynaklanıyordu. İstanbul Fatih’in yüzüne ayna tutmuştu. Bir insanın gelebileceği en üst noktaya gelmişti Fatih. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu şeyi gerçekleştirmiş, en çok istediği şeyi elde etmişti. Ancak bu yükselişin bu kadar acı vereceğini hiç düşünmemişti. 21 Haziranda Edirne’ye dönerken ardında insandan arındırılmış, yıkılmış, tarumar edilmiş bir şehir bırakacaktı.

Fatih Ayasofya’dan sonra Konstantin’in sarayına gitti ve şehrin düşmesinden sonra evine giderek olacakları bekleyen ve burada yakalanan, Bizans’ın en önemli 2. Adamı Lukas Notaras’ın huzuruna getirilmesini istedi. Şehrin yarım gün gibi bir sürede bile yağma ve talan nedeniyle müthiş bir yıkıma uğramasından ötürü çok üzgün ve öfkeli olduğu gözlenen Mehmet Notaras’a “Niye boş yere bu kadar direndiniz de şehrin mahvolmasına sebep oldunuz?” diye sordu. Notaras “Efendim şehri size teslim etmek bizim elimizde değildi. Ayrıca sizin adamlarınızdan bazıları sözle ve mektupla imparatora haber göndererek bizi direnmeye teşvik ediyor ve “korkma padişah size tahakküm edemeyecektir” diyorlardı” şeklinde cevap verdi. Notaras bu sözlerini orada bulunan Çandarlı Halil Paşa’ya bakarak söyledi.

Bunun üzerine Çandarlı Notaras’a büyük tepki gösterdi. Ancak Notaras’ın bu sözleri Mehmet’e uzun süredir beklediği kozu fazlasıyla vermişti. Mehmet, Zaganos ve diğerleri öfke dolu gözlerle Çandarlı’ya baktılar. Mehmet Çandarlı’ya doğru bir hamle yaptı. Sakalından çekti ve “Seni Rum dostu, hain” diye söylendi.

İntikam saati gelmişti. Fatih hemen oradakilere Çandarlı’nın üzerindeki Vezir-i Azam” kaftanının çıkarılmasını ve tutuklanmasını emretti. Bu konuşmanın bir mizansen mi, yoksa gerçek bir konuşma mı olduğunu bilmiyoruz. Ancak bu konuşmanın Mehmet’e, uzun süredir yapmayı istediği, ancak Çandarlı’nın nüfuzundan korktuğu için sürekli ertelediği şeyi yapması için gerekli altyapıyı sunduğunu anlıyoruz. Mehmet şehri almıştı ve artık güçlü bir padişahtı. Çandarlı’nınsa bütün tezleri çökmüştü. Artık Çandarlı’yı tasfiye etmesinin önünde herhangi bir engel kalmamıştı.

Mehmet önce Çandarlı’nın el ve ayaklarını bağlatarak Edirne’ye yollattı. Hemen öldürme yoluna gitmedi. Onun yerine Zaganos Paşa aracılığıyla önce onun itibarını sarsacak söylentinin, yani Bizans işbirlikçisi, hain ve ajan olduğu söylentisinin yayılmasını sağladı. Bir süre sonra da bazı eski tarihçilerin deyimiyle “envai çeşit işkence ve azap ile” öldürttü. Çok zengin bir insan olan Çandarlı Halil Paşa’nın 120 bin dükalık hazinesi, mal, mülk ne varsa hepsine el konuldu. Mehmet ayrıca Çandarlı’nın ailesinin yas tutmasını da engelledi.
Çandarlı’nın öldürülmesinden sonra beklendiği gibi vezir-i azamlığa Zaganos getirildi. Ancak vezir-i azamlık makamı Zaganos’a da yar olmadı. Çocukluğundan beri birlikte olduğu, birlikte büyüdüğü ve kendisiyle kader ortağı olan insanlarla bile herhangi duygudaşlığı olmadığı anlaşılan Mehmet, tahta 2. Kez oturduğunda beşikteki kardeşi Ahmet’i boğarak öldürmesi için görevlendirdiği Evrenoszade Ali Bey’i, kundaktaki bebeğin öldürülmesine halkın büyük tepki göstermesi üzerine, tepkileri yatıştırmak için nasıl idam ettirerek harcadıysa, Çandarlı’nın öldürülmesinin ulema, devlet erkanı ve yeniçeriler arasında büyük bir hoşnutsuzluk ve üzüntüye sebep olması nedeniyle, yine tepkileri yatıştırmak için, Çandarlı’nın katlinden sorumlu tuttuğu Zaganos’u ve yine yıllardır birlikte hareket ettiği Hadım Şahabettin Paşa’yı görevinden aldı. Bununla da yetinmedi. Zaganos’un kızı olan kendi karısını da boşadı.(Fatih aynı zamanda Zaganos’un damadıydı) Fatih görevden aldığı ve siyasi hayatını bitirdiği Zaganos’un yerine vezir-i azamlığa, öldürtmek için uzun bir süre acele etmeyeceği Mahmut Paşa'yı getirdi.

Gerek Osmanlı dönemindeki, gerekse Cumhuriyet dönemindeki “tarihçiler”, padişahların işlediği bu tür cinayetleri aklama konusunda o kadar ileri gittiler ki bunlardan bir tanesi gerçekten dudak uçuklatıcı:

“İstanbul’un fetholunduğunu müjdelemek için her memlekete birer elçi gönderiliyordu. Bu arada öbür dünyaya, peygamberimize ve sahabelere de elçi göndermek lazım geldi. Bu vazife de Halil Paşa’ya düştü” Bu satırları yazan İbn-i Kemal. İbn-i Kemal Kanuni’nin şeyhülislam’ı ve resmi tarihçisi. Ancak saçmalık burada bitmiyor. Profesör Mükrimin Halil Yinanç adında bir akıl fikir yoksunu, Kanuni’nin şeyhülislamının yukarıda yazdığım zırvasını ciddi ciddi alıntılayarak aktarıyor ve Çandarlı’nın öldürülme nedeninin öbür dünyaya elçi gönderme ihtiyacından kaynaklandığını söylüyor.(Sanırım Zaytung gazetesi o dönemlerde yayınlanıyor olsaydı bundan daha iyisini yazamazdı)

Daha sonra, padişahın övgüsüne ve belki de vereceği ödüle mazhar olacağı umuduyla, onu asıl öldürenin kendisi olduğunu iddia eden iki yeniçeri, imparator Konstantin’in başsız cesedini getirdiler Sultan’ın önüne. Mehmet Notaras’a cesedin imparatora ait olup olmadığını sordu. Notaras, giysilerinden, vücudundan ve çift başlı kartal simgesi bulunan çizmelerinden imparatoru tanıdı ve cesedin efendisine ait olduğunu doğruladı. Daha sonra imparatorun başı da bulunup getirildi. Mehmet başı eline aldı ve “Tanrı seni en yüce yerlere gelesin diye yarattı. Ne diye kendini boş yere mahvettin” diye söylendi.(İmparatorun başı daha sonra içi boşaltılarak samanla doldurulup Ayasofya’nın önünde halka sergilenerek imparatorlarının öldüğü bütün Greklere duyurulacak ve Fatih daha sonra İmparatorun cesedinin kendi inançları doğrultusunda ve bilinmeyen bir yere gömülmesi için Grek halkın önde gelenlerine verecektir. Bugün İstanbul’un Vefa semtinde İmparator Konstantin’e ait olduğu söylenen bir mezar da vardır. Ancak bu mezarın imparator Konstantin’in mezarı olduğu kesinlik kazanmış değildir.)

Mehmet Konstantin’in sarayından sonra karargaha geldi. Uzun tutsak sıralarını gördü. Onbinlerce kişi hendeğin dışında kurulmuş tentelerin altında koyunlar gibi güdülüyordu. 50.000’e yakın insan esir alınmıştı. Çocuklar koparıldıkları annelerine, adamlar karılarına seslenerek boşuna bir cevap bekliyorlardı. Osmanlı kampında ateşler yakılmış, davullu, zurnalı kutlamalar başlamıştı. Ganimetler el değiştiriyor, değerli taşlar alınıp satılıyordu.
Geleneğe göre Fatih, kumandan sıfatıyla ele geçirilen her şeyin beşte birine hak kazanıyordu. Fatih köleleştirilen Greklerden kendi payına düşenleri Haliç kıyısındaki Phanar(Fener) bölgesine yerleştirdi.(Bu semtin Haliç’e açılan kapısının adı Phanarion’du ve Bizans halkı bunu Fenari diye söylerdi.)

Esir alınan 30.000 kadar Bizans’lı Edirne, Bursa ve Ankara’daki köle pazarlarına götürüldü ve satıldı. Bunların arasında babası ve kardeşi öldürülen, ailesi dağılan, Bizanslı soylulardan Matteus Camariotes’de vardı. Bütün bu kıyametin, kargaşanın ortasında tehlikeli ve olağanüstü bir çabaya soyunarak, ailenin bazı üyelerini bulmayı başaran Camariotes anılarında şunları yazar:

“Kızkardeşimi fidye ödeyerek bir yerden aldım. Annemi başka bir yerden. Sonra da kardeşimin oğlunu buldum. Tanrı’ya şükürler olsun ki serbest kalmalarını sağladım. Dört erkek yeğenimden üçü ise gençliğin verdiği kırılganlıkla Hıristiyan imanından döndüler ve ben öylesi bir acı ve keder içinde sürdürülen hayatı, adına hayat denirse, yaşadım”
Şehirde yaşayan ve kentin savunmasında canlı bir rol üstlenen Venedik kolonisinin başı Minotto, oğlu ve diğer Venedikli ileri gelenleri idam edildi. Otuz diğer Venedik’li fidye karşılığında İtalya’ya verildi. Kardinal İsidor giysi değiştirerek kaçmayı başardı. Bocchiardi kardeşler Galata dahil her yerde arandı ama bulunamadı. Onlar da hayata kalmayı başarmışlardı.

Haber Avrupa’da

Şehrin düşmesinin üzerinden bir gün bile geçmeden Fatih, Bizans’ın en önemli 2. Adamı Lukas Notaras’a ve ailesine özgürlüklerini verdi. Notaras’ın hasta karısını yatağında ziyaret etti. Notaras’tan isimlerini saptayarak tüm Bizans soylularını arayıp buldurdu. Esir alınan soyluların hepsinin fidyelerini, kendi payına ganimet olarak düşen altınlardan ödeyerek serbest bıraktırdı.

Fatih daha da ileri giderek şeriatçı ulemanın tepesini attıracak planlarından küçük bir kısmını Notaras’a çıtlattı ve ona, “şehrin bütün yönetim işlerini sana vereceğim. Bizans zamanında sahip olduğundan daha büyük bir şerefe ve konuma sahip olacaksın” dedi.
Burada da durmadı ve kuşatmanın başından beri Katoliklerle kiliselerin birleşmesi anlaşmasının imzalanmış olmasına ateş püsküren patrik Gennadius’u Ortodoks kilisesinin baş patriği yaptı. Ona patriklik asasını bizzat kendi eliyle verdi. Onu patriğin özel giysileri içinde atına bindirdi. Gennadius atın üzerinde, kendisi ise, atın ipinden tutmuş bir şekilde yürüyerek bir süre ona eşlik etti.

Fatih’in amacı Müslümanlardan ve Hıristiyanlardan oluşan kozmopolit bir şehir kurmaktı. Notaras’ı şehrin valisi yapmak, kilit noktalara bazı önemli Bizanslı bürokratları getirmek istiyordu. Üstelik onlardan Müslüman olmalarını istemeyi de düşünmüyordu.

Ancak 21 yaşın, çevresini saranlardan kolay etkilenebilir bir yaş olduğunu da unutmamak gerekiyormuş. Şehrin düşmesinin üzerinden çok geçmedi. Günlerden bir gün Fatih Okmeydanı’nda büyük bir ziyafet verdi. Bu ziyafet sırasında, şarapla da hayli esrikleştiği söylenen Fatih, bir haremağasını Lukas Notaras’ın evine göndererek, Notaras’tan genç ve güzel oğlunu kendisine göndermesini istedi. Notaras “kendi evladımın alnına kendi elimle leke sürmektense ölmeyi tercih ederim. Padişahınıza söyleyin. Cellat göndererek kafamızı alsın” diye cevap verdi ve çocuğunu Fatih’e vermeyi reddetti. Bu cevap üzerine Mehmet cellat göndererek Notaras’ı, çocuklarını ve Notaras’ın damadı Kantakuzenos’u saraya getirtti ve hoşlandığı çocuk hariç hepsinin başlarını kestirtti.

Notaras öldürüleceği yere getirildiği zaman, çocuklarının kendisinin idamını görüp korkmamaları için önce onların öldürülmelerini rica etti. Çocuklarını öptü, okşadı, onlara korkmamaları için cesaret verdi ve cellada teslim etti. Çocukları öldürülürken metin bakışlarla baktı. Çocuklarının kendisinden önce öldürüldüklerine şükrederek Tanrı’ya dua etti ve cellada kendi başını da uzatarak kararlı bir şekilde ölüme gitti.

Gerek Dukas gerekse Kritovulos’un Notaras’ın ölümüyle ilgili olarak anlattıkları birbiriyle örtüşüyor. Kritovulos, Notaras’ın, önce çocuklarının öldürülmesini istemesinin asıl nedeninin, çocukların ölüm korkusuyla dinlerini değiştirmelerini önlemek için olduğunu tahmin ettiğini de ekliyor.

Ancak Fatih’in bütün bir Notaras ailesini(toplam 9 kişi) cinsel bir nedenle öldürttüğü pek akla yakın görünmüyor. Gerek Kritovulos, gerek Dirimtekin ve diğer bazı kaynakların anlatımlarından, şeriatçı ulemanın, Fatih’in, Notaras gibi Bizans ileri gelenlerini kilit noktalara getirmeyi düşünmesinden dinsel gerekçelerle çok rahatsız olduğunu, Zaganos hizbinin de Notaras ve benzerlerinin kilit noktalara gelmesinin kendi konumlarını sarsacağından kaygılandıklarını ve kıskançlık, kaygı ve öfkeyle, bu ziyafet sırasında Fatih’i, Notaras ve diğer Bizans ileri gelenleri aleyhine kışkırttıkları, Fatih’e bunların bir süre rahat durduktan sonra tekrar istiklal davasına düşeceklerini, düşmanla işbirliği yapıp ecnebi devletlerini Osmanlı aleyhine harekete geçirmeye çalışacaklarını söyleyerek bütün Bizans ileri gelenlerinin imha edilmesini tavsiye ettikleri ve 21 yaşındaki Mehmet’i buna ikna ettikleri anlaşılıyor. Bunu, daha sonraki günlerden bir gün Fatih’in, yanındaki bu şeriatçı ulemayı “sizin yüzünüzden günahsız insanların kanına girdim” diyerek kovmasından da anlıyoruz.

Şehrin düşmesinin üzerinden 11 gün geçti. 9 Haziran 1453 cumartesi günü Girit’in Kandiye limanına 3 gemi girdi. İçinde, kulelerdeki kahramanca savunmalarından ötürü Fatih tarafından gitmelerine izin verilen şövalyeleri de taşıyan ve 29 mayıs sabahı Konstantinopol’den yelken açarak kaçmayı başaran bu 3 gemi Girit’e, kendileriyle birlikte Konstantinopol’ün düştüğü haberini getirdi. Haber adayı dehşete boğdu. Korkunç bir panik, uğultu ve şaşkınlık yaşandı şehirde. Bir keşiş “bundan daha kötü bir haber ne duyulmuştur, ne de duyulacaktır” diye konuştu.

Bu arada Venedik gemileri de Ege’de haberi adadan adaya yayarak mekik dokumaya başladı. Haber yıldırım hızıyla adalarda ve doğu denizlerinin limanlarında duyuldu ve ulaştığı her yerde, Kıbrıs’ta, Rodos’ta, Korfu’da, Khios’ta ve ötelerde olağanüstü bir dehşet dalgası yarattı.

Konstantinopol’ün düştüğü haberi Avrupa Anakarasına, şehrin düşmesinden tam 1 ay sonra, 29 haziran 1453 günü sabahı Venedik’te ulaştı. Gemilerden biri sabah saatlerinde Venedik’in Bacino limanındaki ahşap iskeleye yanaştığında, insanlar her zamanki gibi balkonlardan ve pencerelerden sarkmıştı. Şehre her gelen gemi sevinç yaratırdı. Gemi demek şehre çok sayıda mal ve hediyelik eşya gelmesi demekti. Gemi demek kadınların kocalarına ve sevgililerine kavuşması demekti. Gemi demek başka diyarlardan taze haber ve konuşulacak yeni konular, dinlenecek çok sayıda hikaye demekti. 

Ancak bu gemide bir tuhaflık vardı. Fazla kalabalıktı ve bu kalabalığa rağmen çok sessizdi. İçindekiler limandakilere hiç de öyle sevinçli gözlerle bakmıyordu. Geminin kaptanı ve mürettebatı limandaki meraklı kalabalığa Konstantinopol’ün düştüğünü, Türklerin eline geçtiğini söyledi. Bu haber önce bir sessizliğe, sonra büyük bir uğultunun, daha sonra feryatların, ağlamaların ve inlemelerin kopmasına neden oldu. İnsanlar bir babanın ya da bir oğulun ya da kardeşin kaybının verdiği acıyla ağlamaya, göğüslerini yumruklamaya, saçını başını yolmaya başladı. Bazıları kendini balkonlarından aşağı attı. Ozanlar ağıtlar yaktı. Kimileri 1 yıldan uzun süredir Bizans imparatoru Konstantin'in ısrarlı yardım çağrılarına kulaklarını tıkayan devlet yöneticilerine küfretmeyi tercih etti. Prens Byzas’ın “körler ülkesi”nin karşısında kurduğu günden bu yana geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca efsanelere konu olmuş, asırlar boyu gençlerin hayallerini süslemiş olan masal kent, şehirlerin kraliçesi artık yoktu. O artık "barbar müslümanların" eline geçmişti.

Senato haberi taş kesilmiş bir sessizlikle karşıladı. Oylamalar ertelendi. Konstantinopolis ve Pera(Galata) kentlerinin korkunç ve içler acısı düşüş haberi uçan kuryelerle İtalya’nın her tarafına iletildi. Bu bilgi Bologna’ya 4 Temmuz, Cenova’ya 6 Temmuz, Roma’ya 8 Temmuz 1453’te ulaştı. Çoğu insan önce habere inanmadı. Haber doğrulanınca sokaklar yasa boğuldu.

Konstantinopol’ün Türklerin eline geçtiği haberi Avrupa’da adeta nükleer bomba gibi patladı. Duyulan dehşet o kadar büyüktü ki bu dehşet, abartılı ve uydurma haber ve söylentileri de doğurup yaydı. “Konstantinopol’de 6 yaşın üstündeki herkes öldürülmüştü. Türkler 40.000 kişiyi kör etmişti. Tüm kiliseler yıkılmıştı ve Türkler şimdi de İtalya’yı almaya hazırlanıyordu vs..vs..” Ne var ki bu söylentiler uydurma dahi olsa yüzyıllar boyu Türk’ü yarı hayvana benzeten söylence ve resimlerin de eşliğinde Avrupa’lının bilinçaltında yankılanmaya devam etti.

Haber Germanya’da kendisine ulaştığında 3. Frederick hıçkırarak ağladı.

Konstantinopol’ün düştüğü haberi, o çağda bir haberin maksimum yayılma hızını belirleyen şeylerle, son hızla giden bir yelkenlinin ya da dört nala giden bir atın hızıyla yayılıyordu. İtalya’dan Fransa’ya, İspanya’ya, Portekiz’e, Sırbistan’a, Macaristan’a, Polonya’ya ve daha ötelere…Danimarka ve Norveç Kralı, Mehmet’i “denizden yükselen bir canavar” diye niteliyordu.

Konstantinopol’ün öyküsü yıllar ve yıllar boyu sadece saraylarda değil, yol kavşaklarında, pazar yerlerinde, hanlarda da konuşuldu…konuşuldu. Fransız besteci Guillaume Dufay Konstantinopol’ün hazin sonu için bir ağıt yazdı.

Şehrin savunmasında yer alıp da kurtulmayı başaranların her birini farklı bir yazgı belirledi. 
Grek mültecilerin çoğu yabancı bir ülkede yoksulluk ve kaybettikleri yurtlarına duydukları hasretle yaşayıp öldüler. Çoğu Girit’te ve İtalya’da kıt kanaat geçinerek yaşadı. Kral Konstantin’in Palaiologos sülalesinden gelenler daha sonra muhtemelen başka etnisitelerle evlilikler yaparak zaman içinde kayboldular. Bir ikisi gerek yoksulluk, gerekse sıla hasretiyle yıllar sonra İstanbul’a dönüp Mehmet’in merhametine sığındı.

29 Mayıs 1453 günü şehirden kaçmayı başaranlardan Georgios Sphrantzes adlı bir Grek’le eşi hayatlarını Korfu’da, Georgios’un yaşadığı acıları ve anılarını yazdığı bir manastırda tamamladılar. Şehrin düşmesinden sonra Georgios’un iki kızı da ganimet olarak zorla elinden alınmış ve padişaha hediye edilmişti. Oğlu da idam edilmişti. 1455 yılı eylül ayında günlüğüne şunları yazdı:

“Ben acınası Georgios Sphrantzes. İmparatorluk Gardrobu 1. Lordu. Hiç doğmamış olmak ya da çocuk yaşta ölmek benim için daha iyi olurdu. Ama öyle olmadığına göre bırakalım 30 Ağustos 1401 günü doğduğum bilinsin. Güzel kızım Tamar sultanın hareminde bir bulaşıcı hastalıktan öldü. Vah bana! Bi çare babasına! Daha 14 yaşındaydı.”

Ne yazık ki Sphrantzes ölmeyi çok istemesine rağmen ölmedi ve 1477 yılına kadar, yani Greklerin tamamen Osmanlı egemenliğine girdiğini görene kadar yaşadı.

İmparator Konstantin, sonraki yıllarda Grek ruhunda Bizans’ın yitip gitmiş görkemine duyulan bir özlem odağı ve Grek popüler kültüründe bir tür Kral Arthur figürü haline geldi. Kehanete göre şimdi mezarında uyuyan kral bir gün, eski Bizans komutanlarının zafer girişi yaptığı yaldızlı kapı’dan girecek ve Türkleri doğuya, Kızıl elma ağacının olduğu yere kadar kovalayıp Konstantinopol’ü geri alacaktı. Bu tür kehanetleri kendisi de işitmiş olan Fatih Yaldızlı Kapı’yı ördürüp kapattırdı.

Bugün Bizans ruhunun en fazla yaşatıldığı yerin muhtemelen İmparator Konstantin’in bir zamanlar Mora despotluğu yaptığı küçük ortaçağ kenti olan Mistra olduğu söylenir. Her sokak lambasının direğinde bulunan çift başlı kartal amblemiyle, Dukas’tan bir alıntının yazılı olduğu mermer bir fonun önünde duran ve elinde kılıcıyla imanı savunurken betimlenen Konstantin heykeliyle, bu küçük kentin hala da Bizans ruhunun mihrabı olduğunu düşünür kimileri.





Bizans savunmasının efsane kumandanı Justinyani Khios’a dönmeyi başardı. Ama fazla yaşamadı. Başpiskopos Leonard’ın ifadesiyle ya aldığı yaradan ya da hemen hemen herkes tarafından son yenilgiden sorumlu tutulmakla kaybettiği itibarın acısıyla orada öldü. Şimdi kayıp olan mezar kitabesinde şunlar yazıyordu: 

“Burada Konstantinopolis’in düşmesi ve Doğulu Hıristiyanların son imparatoru ve cesur önder, çok latif Konstantinus’un Türk Hükümdarı Mehmet’in elinde can vermesi sırasında aldığı ölümcül yara nedeniyle 8 ağustos 1453’te ölen büyük adam Ceneviz ve Khios soylusu Giovanni Giustiniani yatar”

                                                               -SON-

Kaynaklar: Konstantiniyye Muhasarası günlüğü(Nicolo Barbaro)
                    1453(Roger Crowley)
                    Konstantinopol düştü(Steven Runciman)
                    Fatih ve Fetih(Erdoğan Aydın)
                    Fatih Sultan Mehmet-İstanbul’un fethi ve fethin Karanlık noktaları(Hasan Kazankaya)
                    Yıldızın parladığı anlar(Stefan Zweig)
                    İstanbul’un Fethi(Feridun Dirimtekin)
                    Fatih Sultan Mehmet’in Siyasi ve Askeri Faaliyeti(Selahattin Tansel)